Köy Enstitüleri'nin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç, 1940-48 yılları arasında, Anadolu’da Köy Enstitülü öğretmen çalışmadığı bir okula gider. Öğretmene; “Şöyle bir uğradığını" söyler. Tonguç’u tanımayan öğretmen, çektiği sıkıntıları söyler. Okulun damı akmakladır. Çatıyı onarmak için Bakanlıktan bir türlü ödenek yollanmadığını anlatır. Sınıfa leğenler, kovalar konmuştur. Tonguç, öğretmenin yanından ayrılır, kendi başına okulun çevresini dolaşmaya başlar. Okulun arkasında kiremitlerin üst üste yığılmış olduğunu görür. Ceketini çıkarır, kollarını sıvar. Kiremitleri bir güzel çatıya döşer. Aşağı iner, öğretmene "İsmail Hakkı Tonguç, İlköğretim Genel Müdürü" yazılı kartını verir:
Ben, der, Ankara'da bu adresteyim. Yine okulun damı akarsa, bana haber yollayın, gelir onarırım!
Öğretmen, gülmece ustası Müjdat Gezen gibi kalakalır.
* * *
Son günlerin en önemli olaylarından biri, birincisi, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinden İsa Tanrıverdi’nin, okuldan kovulduğu için, kaldığı yurt banyosunda kendini asarak canına kıyması olayıydı. Geceleme gözüme uyku girmedi. Gazetelerde çıkan haberleri okudum, ayrıca araştırdım. Eskişehir'in bir köyünden gelen İsa Tanrıverdi, yoksul bir ailenin çocuğuydu. Güç koşullarda okuyordu. Uzun süre yurda girememiş. Devlet Demiryolları'nın barakalarında yatmış, kalkmıştı. Öğrencinin cenazesi, Haydarpaşa Hastanesi’nin morguna konmuş, orada bekletilmişti. Cenazeyi ailesine teslim etmek, İstanbul’da tören düzenlenmesini önlemek istiyorlardı. İsa'nın arkadaşları, kendi aralarından üçer, beşer yüz lira para toplayarak, cenazesinin köye gönderilmesini sağlamaya çalışıyorlardı.
İsa, YÖK yönetmeliklerinin kurbanıydı. Roma Hukuku İle Medeni Hukuk derslerinden, birinci sınıfta kalan sınavlarını veremediği gerekçesiyle, üçüncü sınıfa gidemiyor, fakülteden kovuluyordu. Roma hukukundan 100 üzerinden 48 almıştı. Yani yüzde 2 not daha alsa, üçüncü sınıfta okuyabilecekti. Hocasına gidip ricada bulunmak, itiraz edip, ya da Bölge İdare Mahkemesi'ne başvurarak, okuldan kovulmayı önlemek istemişti. Roma hukuku hocası ne yazık ki, bir eğitimci gibi davranmamış mı?
Sen kovuldun, burada ne arıyorsun? diye çıkışmış mı?
O da gitmiş, kendini asmış, İsa, bu konuda tek örnek değildi, öğrenciler:
Kovulmazsak, ye da bunalıma girmezsek, okulu bitiririz! diyorlardı.
İsa, ikinci sınıfın tüm derslerinden geçmişti. Borçlu kaldığı iki dersi verememişti. Burada, YÖK yöneticilerinin, öğretim üyelerinin yanıldıkları önemli bir nokta var: Öğrencilerin, çocukların kendileri için var olduğunu sanıyorlar. Yanlış, onlar öğrenciler için vardır. Öğrenciler yetiştirilsinler diye para almakta, oralarda cakayla oturmaktadırlar. Çaktırarak, dökerek, bunalıma sokarak, insanları mutsuz etmek için değil.
Sakatlık YÖK Yasası'ndan, YÖK yönetmeliklerinden kaynaklanmaktadır. Eğitim sisteminin sakatlıklarından doğmaktadır. Böyle kendilerini asan, bunalıma girip yaşamlarını yitiren çocuktan, köy gömütlüğüne değil, "YÖK gömütlüğü”ne(mezarlığına) gömmeli. Belleklerden çıkmasın, gelecek için ders olsun diye! Onu bırakan hocaların acılarını anlıyorum. Herhalde çok üzülmüşlerdir. “Hay Allah, yüzümüze gözümüze bulaştırdık" demişlerdir. Sonucun böyle olacağını bilmeliydiler.
YÖK, zaten öğrenciler üzerinde büyük bir baskı kurmuş. Bir de fakülte yönetiminin baskısı; üniversitelerde doğru dürüst eğitim yapılamaması, öğrencilerin güç koşullarda yaşamaları, onları kötü sonuca hazırlıyor. Sınıflar tıklım tıklım. Öğrenci ders izleyemiyor. Bir de, ezbercilik isteniyor. Genç çocuk, neye uğradığını şaşırıyor.
İş, YÖK Yasası'nın 44. maddesiyle başlıyor. Birkaç kez, “öğrenci affı" adıyla aflar çıkıp, 12 Eylül’den sonra, bu maddenin ağırlığı hafifletilmek istendi. Değişiklikle, madde karmakarışık bir madde oldu. Aflar, geçici maddelerle çıktı. Aflarla, okuldan atılmış öğrenciler okullarına döndüler. Böylece, 44. madde askıya alınmış oluyordu bir süre. Madde, örneğin önce 4 yıllık eğitim altı yılda bitirilebilir diyor, arkasından birinci sınıfın derslerini iki yılda veremeyenlerin okulla ilişiği kesilir diye ekliyor. Sonra bu madde değişti, ancak değiştikçe daha karmaşık bir duruma geldi. Yeni maddede de yine, 4 yıllık eğitim 6 yılda bitirilmelidir, dendi. Ancak bu söz bir yerlerde yitti gitti. İki yıl içinde kovulma hükmü ise, ya yasayla ya YÖK’ün yönetmelikleri, yönergeleri yoluyla sürdürüldü, öğrencileri, gençler bunun için çırpınıp durdular. Hala çırpınıyorlar...
YÖK’de, kendi açısından haklıydı! Çok öğrenci alarak, halkın desteğini kazanacağım umuyordu. Ancak, ölçüyü öylesine şaşırdı ki, aldığı öğrenciler sınıflardan taşınca, şirketler "baraka" tipi sınıflar yaptılar, üniversiteler bunları yüksek paralarla aldılar. Bazı sınıfları oralara aktardılar. Fakat yine de sınıflar öğrencilere yetmiyordu. Eğitim yapılamaz oldu. Tek çare, işte bu maddelere kaldı. Kısa yoldan öğrencilerin bir kısmını okuldan atabilirseniz, sınıflar biraz ferahlayacak! Hem çok öğrenci almış oluyorsunuz, kamuoyunun desteğini kazanıyorsunuz, hem de kovarak, sınıfları ferahlatıyorsunuz. Ses çıkaranlara yanıt hazırdı:
Yoksa sen, 12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsun?
Hocalar, kuzu gibi! Suspus olmuşlar. Gençlerin dernekleri yok, açtırılmıyor. Arada bir İsa Tanrıverdi gibi canına kıyan olursa yöneticiler, "Tüh!" diyorlar. O kadar...
İsa, 100 üzerinden 2 not eksik almış. Böyle miskalle ölçülen bir sınav gördünüz mü hiç? İsa'nın hocasına da çok acıdım!
Yukarıda, yazının başında eğitimci İsmail Hakkı Tonguç’u anlattım. Bir Ismayıl Hakkı daha var, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu. Ismayıl’ı (İ) ile değil, (I) ile yazıyor. "Köylü öyle söyler" diye. Bir halk eğitimcisi. 1924’te ilk özerk üniversite rektörü, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu. Haldun Özen’in yakın dostuymuş. Ona, "pedagojide ihtilal” adlı yapıtını imzalamış, vermiş. Bu yapıtın 41. sayfasında değerli eğitimci Baltacıoğlu, yazı başlığına "sınav denilen bela'" başlığını koymuş. Bir yerinde şöyle diyor özetle:
“İmtihan kelimesi Arapçadır. 'mihnet' den gelir. 'Mihnet' sınama, yorgunluk, azap, felaket demektir. Biz onu Osmanlıcada, Arapçada olduğu gibi, sınama karşılığı olarak kullanmışızdır. İmtihan sözünde insanı sıkan, ürküten bir şey vardır... Ben sınava karşı değilim, sınavın bu kötü şekline karşıyım. Soru somayı sınamanın tek vasıtası olarak alan, tesadüfe en büyük rolü veren, korkularla karışan böyle bir görenek sınav adına layık değildir. Onun içinsınavı kaldırmak, onun yerine yoklama, seçme, antma işini gerçekten yapan bir organı koymak gerekiyor...
...Bir mühim nokta daha: Biz çocuklarımızı okula yalnız öğrensinler diye değil, kendi iradeleri teşekkül etsin diye gönderiyoruz. Halbuki çalışmadıklarından, yani iradesizliklerinden dolayı da döndürüyoruz! Doğru mu? Bu sonuç gösteriyor ki, 'çalışmadılar’ diye döndürdüğümüz bu çocukların iradelerini teşkil edememişiz. Yani ödevimizi yapamamışız. Burada cezalandırılması gereken varsa öğrenciler değil, öğretmenlerdir"
28 Ekim 1986, Cumhuriyet