Yitenleri İleride Aramalı...

Londra'dan ayrılırken, Fatoş Yılmaz’a:
"Arkamdan su dökün de, yine geleyim!" dedim..
Abdullah Yılmaz:
“Biz" dedi, “Cezaevindeyken, salıverilen arkadaşlarımızın arkasından da su dökerdik!"
Gülüştük....
Anam, evden ayrılıp, gurbete okumaya gittiğimizde, arkamızdan bir tas su dökerdi; bunun anlamı: "Su gibi git, gel. .." demekti. Bunlar ne zamandan kalmış inançlar, gelenekler bilmiyorum. Anadolu'da, bir genç kız evlendiğinde, oğlan evinin eşiğine su dolu bir testi koyarlar. Kız, onu tekmeyi vurarak kırar. Bunun anlamı da, “Kötülükler, düşmanlıklar çatlasın!" demek olmalı. Ablam, gelin gittiğinde kapının önündeki testiye ayakkabısının ucuyla dokunmuş; dokunmayla testi kırılır mı? Bir kadın testiyi kaptığı gibi yere vurmuş. Testi paramparça olurken, sular da dökülmüş çevreye. Bu da binlerce yıl öncesinden gelmiş, Saman geleneklerimizden biri belki; dedim ya bilmiyorum!
Abdullah Yılmaz'la söyleşilerimiz, Londra'da çok tatlı olurdu. O, Fatsalı Fatoş Hanım da öyle. Sığınmacı olmuşlar, gurbeti seçmişler. Abdullah Yılmaz, Fatsa’da söylenen bir sözü söyledi, çok güzel! Şöyle
Arkadaşını yitirdiğin zaman, arkadaşın seni ileride arasın!
Abdullah Yılmaz’a göre, bizim halkımız geriyi sevmez, ileriyi sever
Geriden de gericiden de hoşlanmaz...
Dışarıda insanlarımız, hem yaşam savaşı veriyorlar hem de yurtlarıyla ilerici bir iletişim ağı kuruyorlar Onlara "sürgün" yaşamı sürdürmeye kimsenin hakkı yok. Türkiye'de işkence tezgâhlarına yatmak istemedikleri için yurtdışına gitme zorunda kalmışlardır. Bunu gözledim. Onların özgürce yurtlarına dönebilmeleri için, bir yazar olarak, elimden gelem yapmak isterim! Kanımca, bu konuda bir kampanya başlatılmalı; tüm yazarlar, çizerler, aydınlar bu kampanyaya katılmalıdır. Dışarıdakilerden biri, bir gün şöyle dedi:
Bizim Türkiye'ye dönmemiz için çalışacağınızı söylüyorsunuz. Biz Türkiye’ye gelince ne yapacağız?
Yanı, "Ne iş yapacağız?" demek istiyor. Orada bir iş bulmuş, çalışıyor; çocuğu okula gidiyor. Diyelim ki, Türkiye'deyken TRT'de çalışıyordu, döndüğü zaman yine TRT'ye alırlar mı? Sendikacıysa, sendikalarda çalışabilir mi? Karnını neyle doyuracak, çocuklarını nasıl besleyip, okutacak? Bu soruların yanıtını vermeden, “Gelin, sizi bekliyoruz!" demek, bir anlam taşır mı? Bunlar, bu yurdun çocukları; onlara en sıcak karşılama yapılmalı. Ama iş de verilmeli.
Behice Boran yurtdışında öldü, cenazesi getirilebildi Türkiye'ye. Nicelerinin ölüsü de yurtdışında kaldı. Sabiha Şenel öyle değil mi?
Melih Cevdet Anday’ın, cuma günü çıkan "Türkiye Birleşik Komünist Partisi Üstüne" başlıklı yazısı ne güzeldi. Haydar Kutlu ile Nihat Sargın'ın yurda dönüşlerine değiniyordu. Sonu şöyle bitiyordu Melih Cevdet Anday'ın yazısının
"... İster Başbakanın pragmatistliği yüzünden olsun, ister Avrupa Topluluğu’na başka türlü giremeyeceğimiz gerekçesi yüzünden olsun, bu partinin yasallık kazanmasından demokrasimizin yarar göreceğini düşünmekteyiz. Bu gibi gelişmelerde herkesten içtenlik beklemek yanlış olur. İyi niyet kendiliğinden gerçekleşemez çünkü. Gelsin ve alışalım diye düşünmek daha doğru olur sanırım. Bunca yılın ters koşullandırması içindeki kamuoyunu bunun gereğine inandırmak, elbet TBKP'ye düşer!”
Türkiye'de 1 Mayıslar oldu mu, polis bu bayramı kutlayanların arkasına düşer. Avrupa'da, özellikle Almanya'da, 1 Mayıslara en çok Türkiye'den gidenler katılıyor Büyük törenler yapılmasını onlar sağlıyor. Onlar, 1 Mayıs'ları kutluyorlar diye kıyamet de kopmuyor…
Behice Hanım'ın ölüsü, dirisinden de güçlüydü. Gazetelerde, dergilerde onun için gerçekten güzel yazılar çıktı. “Yarın", "Bilim ve Sanat”, "Gün", "Görüş”, "Öğretmen Dünyası", "abece" dergileri, ona sayfalar ayırdılar. Daha başka dergilerde de çıkmış olmalı, "abece" dergisinde. Talip Apaydın’ın, "Behice Boran - O Konuşunca Herkes Susardı" başlıklı yazısı, bir öykü gibiydi. Şöyle diyordu Talip Apaydın:
"Uzun aralıklarla da olsa, zaman zaman karşılaştım Behice Boran’la. Kırk yıldır tanıyorum. İnançlı, ciddi, kaya gibi sağlam, aydın bir Türk kadını. Onun yanında insan genişliyordu, kendine güveni artıyordu. Tepeden tırnağa bilinçti, doğruluk ve dürüstlüktü. Çağın aydınlığını yayıyordu çevresine Onu dinlerken geleceğe dönük umudunuz büyüyordu, anlatılmaz bir elektrik doluyordu içinize. Bir fikir ve inanç deposuydu. Etkiliyordu insanı.
İlk kez, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde öğretim üyesi iken tanıdım. Biz o zaman Hasanoğlan’da öğrenciydik. Dergilerde yazılarını okurduk. Birkaç arkadaş fakültedeki odasına ziyarete gittik. Beyaz porselen fincanlarla çay içirdi bize ve konuştu, konuştu. Nasıl etkiliydi. Hiç görmemiştim böylesini. Kafamdaki 'kadın' imgesini altüst etti. Demek kadın denen cins de bilimi, aklı doğruları böylesine yürekli savunabilirdi. Böylesine gözüpek olabilirdi. İlk kez o gün duyumsadım. Yaşım yirminin altında idi, dünyaya yeni bir gözle bakmaya başladım. Hiçbir kadınsı tavır yoktu yüzünde, davranışlarında görüşlerinde kaya gibi sağlam bir inanmışlık vardı. Sosyalizmi savunuyordu. Ezilmiş halkların üstünde oynanan oyunlardan söz ediyordu. Yalana dayanan politikaların karanlıktaki halka neler ettiğini anlatıyordu. Ağzım açık dinledim, öylesine etkilendim.
Yıllar yılı neler geldi başına? Basından izledim. Fakültedeki işinden atıldı. Hapislere girdi çıktı. İşsiz ekmeksiz kaldı, ama en baskılı dönemlerde bile hiç başını eğmeden kavgasını sürdürdü. Hep onurlu ve inançlı yaşadı. Türk toplumunun geçirdiği şu son kırk elli yılı düşününce, ne ulaşılmaz düzeydir bu! İnsanın kanı donar. O konuşurken herkes susardı. Çünkü insanların içinde hep var olan, hiç sönmeyen onur duygusu, onun kişiliğinde somutlaşmıştı. En amansız düşmanlarında bile saygı uyandırıyordu İsteyip de yapamadıklarını Behice Boran yapıyordu işte..."
Talip Apaydın'ın yazısı, öyle birkaç satır aktararak anlatılamaz. Tümünü okumalı “abece" dergisi, iki yıla yakın bir süredir çıkıyor. Dergiyi bulamayanlar, Ankara, Ataç Sokak 27/5-Yenişehir adresinden isteyebilirler ya da abone olabilirler.
Talip Apaydın, o yazıda Behice Hanım'ın sıcak esprili yanlarını da anlatıyor satır arasında. Burhaniye'de İlhami Soysal’ın arabasıyla Nuri Bozyeller'e yemeğe gidecekler, arabada Behice Hanım'la Talip Apaydın'dan başka Ruhi Su ile Sıdıka Su da var. Babakale'de kıyıda bir köy kahvesine inerler. Talip Apaydın, gittikleri yerlerde olduğu gibi, arkadaşlarını bir kahve sahibine, oradakilere tanıtır. Kimse tınmaz. Yalnız bir köylü, Behice Hanım'a dikkatle bakar. “Haa" der. “Ben seni tanıyorum. televizyonda konuşmuştun, parti başkanısın."
Arabaya binince Behice Hanım, “Aranızda gene en ünlü benmişim. diye takılır. Hiçbirinizde iş yok. Halk sizi tanımıyor. " Epey gülüşürler.
Niceleri gibi. Behice Boran'ı yitirdik ya, Abdullah Yılmaz’ın dediği gibi, onu geride değil, hep ileride arayacağız!