İlk, bundan 23 yıl önce gelmiştim Berlin’e. Buna gelmek değil de, gelip geçmek demek daha doğru olur. 1964 yılında Milliyet’te çalışırken, yıllık iznimi alıp, bir arkadaşımın (Hasan Özkan) arabasıyla, yola çıkıp düşmüştüm Almanya yollarına. Zar zor gazeteden üç bin lira borç koparmıştım. Vermeselerdi, ayrılacaktım. Ercüment Karacan, severdi. Üç bin lira avans verilmezse aynlacağımı öğrenince, “Bir de ben konuşayım Ekmekçi'yle" demiş, konuşmuştu:
" Ekmekçi" demişti, "Avrupa’yı görmeni isterim. Söyledim, sana verilecek istediğin avans. Ancak, böyle ikide bir istifa etme, bir gün kabul ediliverir"
Dünyalar benim olmuştu. Bir yıl önce de Amerika'yı görmüştüm. Onun da serüveni ayrıydı. Yeri gelirse anlatırım...
1964 yaz ayında Hasan Özkan'ın küçük arabasıyla İstanbul'dan çıktık yola. Hasan yakın köylüm, ayrıca öğrencim oldu. Arabada Hasan'ın nişanlısı Rosemary ile Rosemary'nin kardeşi Wolfgang da var. Önce, Hasan'ın, Rosemary'nin oturduğu Saarbrucken’e geldik. Orada bir hafta kaldım. Çevreyi, Türk işçilerinin bulundukları yerleri dolaştık, konuştuk. O yıllar, Almanya'daki işçilerin sayısı şimdiki gibi değil, çok az. Ancak sorunlar işin başında görülüyor. Rüstem Ongun'un adını o zaman duymuştum. Köln'de Türk işçilerinin çevirmenliğini yaparmış. Türkiye’de köy enstitülerini bitirmiş, daha sonra, Gazi Eğitim Enstitüsü'ne gitmiş, öğretmen olmuş. Almanca öğrenmiş. Bir yolunu bulup Almanya'ya çalışmaya gelmiş. Bir tanıdığı Rüstem'e:
"Kaçıyorsun Rüstem" demiş. O, "Hayır efendim, kaçmıyorum. Almanya’da da köylü çocuklarına hizmet edeceğim" yanıtını vermiş. Bu genç, arkadaşlarına gerçekten yardımlarda bulunmuş, onlarla yemeğini, odasını paylaşmış, yol göstermiş:
“Biz çarıklıyız. Biz, birbirimize yardım etmezsek, kim bize yardım eder?" dermiş.
Bu "çarıklı" sözü tutmuş, yaşasaymış belki de "çarıklılar"ın romanını yazacakmış, Yakalandığı bir sayrılıktan ölmüş. Arkadaştan aralarında para toplayarak, cenazesini Türkiye'ye göndermişler. Rüstem Ongun'un öyküsünü arkadaşlarından dinledim. O bir önder, bir öncüydü. Usumda, Rüstem Ongun’ları simgeleyen bir anıt düşündüm...
O gezinin sonunda, “Çarıklılar"ın röportajını yazdım. 1 Kasım 1964 günlü Milliyet’te yayımlandı. O röportajdan, kısa kısa birkaç bölümü şöylece aktarmak istiyorum...
— Ahmet, dedi Hasan, rakı var mı? Bak Türkiye'den konuğumuz geldi...
Ahmet'in şakacılığını ilk görüşte anlamıştım. Hemen cevap (yanıtı) yapıştırdı:
Ne rakısı be... İt yatağında ekmek ufağı mı bulunur? Bende vardı rakı... Hasan’ın evine gidip açtık şişeyi, içtik... Almanya'da Saarbrucken'de Türk işçileri arasındayım. Hasan'la Ahmet yıllar olmuştu geleli buraya.
‘Otur hele’ dediler ‘Biz sana bütün işçileri gösteririz, onlarla konuştururuz. Hele bir iki gün konuğumuz ol, buraya bir alış'.
Hasan, ta eskilerden, Demokrat Parti zamanlarından bir başına Almanya'ya gelenlerdendi İlk gelişini anlattı Almanya'ya:
Ankara'dan bir adres alıp gelmiştim Münih'e... Gece kalacak yerim yoktu. Elimdeki zarfı göstere göstere adresi buldum. Kapının ziline bastım. Almanca bir ses duydum. Kapı açılmamıştı. Tekrar zili çaldım. Yine mikrofondan gelir gibi bir ses. Ne olabilir? Olsa olsa, “kimsiniz?" diyebilirler. Bir baktım, bir delik var. Mikrofon gibi yine. Eğildim, dudaklarımı yaklaştırdım mikrofona, "Atatürk" çıktı ağzımdan. kapı hemen açıldı. Hasan'ı kim bilir koca Almanya'da? Atatürk'ü duyunca nasıl açtılar kapıyı... O gece orada yattım, sonra başladım iş aramaya...
Hasan'ın öyküsü daha bitmiş değil. Yıllarca hamallık etti. İstasyonlarda yattı. Yine bir gün karısı Alman, kocası Türk bir aileye gidecekti. Gitti, yemeğe alıkoydular. Karı koca Hasan'ın karşısında sofraya oturmuşlardı. Hasan'ın yanına da evin köpeği oturtulmuştu. Köpeğe de yiyecekleri önüne konmuştu. Gelgelelim, köpek önündekileri yemiyor habire Hasan’a bakıyordu. Hasan çorbayı yanda bıraktı: Bir başka yemek geldi, ona başladı. Fakat köpek Hasan’a bakmaya devam ediyordu. Hasan:
Acaba çatalı mı yanlış tutuyorum? diye geçirdi aklından. Yooo, onlar gibi tutuyordu. Köpek Hasan’a bakıyordu. Hasan, kan ter içinde yemeğin bitmesini, sofradan kalkılmasını bekliyordu.
Ve köpek, yemeğin sonuna kadar Hasan’a baktı durdu...
Yıllar geçti, Hasan Almancayı öğrendi. Alman adetlerini öğrendi. Ailelerin arasına girdi. Şimdi bir Alman kızıyla nişanlıdır. Anasına, ağasına mektuplar yazdı. İyi bir iş bulmuş, Almanya'da öğrenim yapmıştı.
Sordu anasına:
Ara sıra domuz eti de yiyorum anacağım...
Oralarda aç kalma da ne yaparsan yap... diye cevap geldi anasından. Ahmet bir başka âlem. Benim onlara ilk sorum şu oluyor:
Domuz eti yiyor musunuz?
Ahmet yerken besmele de çekiyor. ‘Burada nimet bu' diyor. Ama hepsi Ahmet gibi değil. Yemeyenler çok. Onlar çarşıdan, bulgur, bulamaç bir şeyler alıyorlar. Evde pişirip yiyorlar. Bir lokantaya gidildi mi, listedeki yemek soruluyor ilkin:
Domuz mu?
Domuz
Domuz kalsın, şundan ver..."
1964'te çıkan yazımdan öğrendim. 1964 başında Almanya'daki tüm Türk işçilerinin sayısı 64 bin kadarmış, 1964 sonuna dek bu sayının 70-80 bine ulaşacağı söyleniyormuş. İlk uğradığım Saarland bölgesindeki işçi sayısı 1147'ydi. Ben 150-200 kadarının çalıştığı yere gitmiştim.
Sormuşum, bir Türk işçiye:
Neden Almanca öğrenmiyorsun? Bak senin konuştuğun Alman işçiler Türkçe öğrenmişler bile.
Aman abi, Almanca öğrenenlerin hali meydanda. Ellerinde bir fenik para kalmıyor. Para tutamıyorlar.
Milliyetin Münih muhabiri Mustafa Ekrem Aydın'a (o zaman Mustafa Ekrem Aydın’dı) bir Alman işveren şöyle demiş:
“ İşçileriniz gayet güzel çalışıyor. Demek ki sizin başlarınızda iş yok. Kendiniz bir plan yapıp çalıştıramıyorsunuz."
Almanya'da oturma ve çalışma sürelerini uzatmakta olan teknik öğretmenlerin durumuna bakan bir polis de onlara şöyle demiş:
" Çok garip, Batı Almanya size teknisyen gönderiyor, siz de burada çalışma sürenizi uzatıyorsunuz. Aklım almıyor bir türlü..."
“Çarıklılar”ın yayımlanması altı gün sürmüştü, o yıl Türk Dil Kurumu ödülü aldı. Bir şiir heyecanıyla yazmıştım...
Hasan Özkan, şimdi Berlin'de oturuyordu. "Özgür Üniversite”de mühendis olarak çalışıyordu. Rosemary'ye evlenmişti. Anıl adında bir kızı, Volkan adında bir oğlu vardı. Hasan, Berlin'e geleceğim sıra:
" Ekmekçi’yi kimseye bırakmayız, bizde kalacak" demişti. Berlin’de iki gün kaldım. Teknik üniversitede, gençlerle yaptığım konuşmada, onlara Behice Boran'ı anlattım. Sosyal demokrat gençlerin oluşturdukları "Halkçı Devrimci Birliği"nde de. 23 yıl önce Berlin’de Örsan'la dolaşmış, Doğu Berlin'e de geçmiştik. Bu kez geçemedim, zamanım yoktu...
18 Ekim 1987, Cumhuriyet