Yine Akif ile Fikret.

Dün Mehmet Akif’in ölüm yıldönümüydü. Akif, 27 Aralık 1936'da öldü. Dört kişinin getirip, Emin Efendi Lokantası’nın önüne bıraktığı cenazeyi üç yüz kişilik bir üniversite gençliği grubu kaldırdı. Buna ilişkin 'Ankara Notları", geniş yankılar yaptı. Kimi okurlar:
Akif'i sizin yazılarınızla tanıdık! diye telefon ederlerken Tercüman’da yazılara eleştiriler çıktı. Gözdağı ile karışık şeyler... Akif’i küçük düşürmek için bunları yazdığım ileri sürüldü. Yanlıştı. Akif'i saydıklarını söyleyenlerin, Akifin ölümünden sonra onun oğluna neden bakmadıklarını, yoksulluk, bakımsızlık içinde, söylentilere göre esrardan ölmesine neden seyirci kaldıklarını sormak gerekir. Akif'in oğlu, babasının cenazesine, elleri kelepçeli olarak cezaevinden getirilmişti. Hırsızlık suçundan içerdeydi...
Mehmet Bayrak, “Tevfik Fikret" adlı yapıtında, bu konuda şöyle der: “...Fikret'in ölümünden beş yıl sonra papaz olan Haluk'tan dolayı onu suçlayanlar, Mehmet Akif’in oğlunun, babasının cenazesi başına hırsızlık suçundan dolayı elleri kelepçeli olarak jandarmalar arasında geldiğini -ve bunun Akif’le ilgisi olamayacağını- unuturlar..."
Çocuğuna bakmazlar, ilgilenmezler de, ölümünden yıllar sonra sömürmekten geri durmazlar.
Yeni öğrendiğim bir konuyu araştırdım. O zamanki gazetelerde göremedim. 1936 yılında Tıp Fakültesi öğrencisi olan Dr. Esat Uluhan anlattı. Uluhan, şimdi Antalya'da. Dr. Esat Uluhan şöyle dedi:
"Akif’in cenazesini kaldırmaya karar verdiğimiz gündü. Üniversite Rektörü Cemil Bilsel’in gençleri toplantıya çağırdığını söylediler. Gittik. Toplantı Zeynep Kâmil konferans salonundaydı. Cemil Bilsel, ‘Evlatlarım‘ diye konuşmasına başladı:
Evlatlarım, dedi. Mehmed Akif için bir cenaze töreni yapacakmışsınız. Size, Atatürk'ten aldığım telefon emrini iletiyorum, Atatürk diyor ki: Gençlerin böyle bir merasim yapmalarında sakınca yok. Yalnız üniversite binasının içine sokulmasın..."
Atatürk'ün neden böyle bir emir verdiğini o zaman anlayamadık. Toplantı dağıldı. Ancak, gençlik kararlıydı. Cenaze üniversitenin sahanlığına getirildi. Saygı duruşu yapıldı. Tekrar omuzlara alınıp Edirnekapı’ya götürüldü.
Atatürk’e büyük saygımız var. O zaman dervrimlerin heyecanı içindeyiz, fakat Akif’e de büyük saygımız var. İstiklal Marşı’nın şairi diye...
Ertesi günü yine Rektör Cemil Bilsel bizi çağırdı. Yüzünde üzgün bir ifade vardı. Zeynep Kâmil salonunda toplanmıştık.
Evlatlarım, dedi. Dün size Atatürk’ün telefon emrini bildirmiştim, şimdi Atatürk'ün telgrafını okuyacağım: ‘Gençler, telefonla verdiğim emrime rağmen, Mehmed Akifin cenazesini üniversite binasının içine kadar sokmuşlardır. Bundan dolayı, bütün gençlere teessüflerimi bildiriniz. Ve, İstiklal Marşı şairine gösterdikleri kadirşinaslıklarından dolayı da, gözlerinden öptüğümü söyleyiniz.' Cemil Bilsel'in telgrafı okumasından sonra dağıldık."
Bu yazdıklarım Esat Uluhan'ın anımsayıp anlattıkları, o zamanın gazetelerinde yok. Cenazenin üniversiteye götürülüp orada saygı duruşu yapıldığına ilişkin de bir haber bulamadık. Tek kaynağım, olayı yaşadığını belirten Esat Uluhan. Atatürk’ ün bir süre sonra, Perapalas’ta gençlere, "Ben gençliğe kırgınım...” diye başlayan konuşması, Uluhan’ı doğrular niteliktedir. Atatürk’ün, devrimlerini emanet ettiği gençlik üzerindeki titizliği de doğaldır...
24 aralık, Fikret’in doğum yıldönümüydü. 27 aralık, Akif'in ölüm yıldönümü. İkisi de bu hafta içindeydi. TV, Fikret'i "Ayın Olayları” içinde kısaca anmakla yetindi. Buna karşılık Akif’e geniş yer ayırdı. Kaç kez izlenceyi önceden anımsattı. İnönü için düzenlediği izlence ise, "Ehh, idare ederdi” hiç yoktan iyiydi... Doğruya doğru...
Eleştirmen Asım Bezirci, Mustafa Baydar’ın, "Anılarla Fikret ve Atatürk" adlı yapıtından fotokopiler yolladı. Ayrıca üç ciltlik, "Tevfik Fikret’ dizisini de...
Mustafa Baydar şunları yazar:
"Fikret'in ölümü üzerinden üç yıl geçmiştir. Anafartalar’ın muzaffer kumandanı Mustafa Kemal, Aşiyan’ın dik yokuşunu tırmanmakta. Yanında da Harbiye’den manej hocası Emin Bey bulunmaktadır. Koluna girdiği hocasına, yüreğinin derinliklerinden gelen bir sesle Fikret’e olan sevgisini şöyle anlatır:
Ben inkılap ruhunu ondan aklım. Ziyaret edeceğim yerlerin başında elbette ki Aşiyan gelir.
Mustafa Kemal, hocasına bu yokuşta bir sır tevdi eder:
Yakında Anadolu'ya gidiyorum, ne diyorsun?
Hocası cevap verir:
Ne duruyorsun?
Kimbilir, belki de Mustafa Kemal, memleketi kurtaran kararını kesin olarak, Fikret’in  katına tırmanırken verdi..."
Akif’i sevdiklerini, savunduklarını söyleyenlerin çoğu onu, sadece sömürürler. Gerçeklere gözlerini kaparlar. Akif, dürüst yaşamış bir kişidir. Yobazlara en ağır saldırılarda bulunur. “Safahat'ında çeşitli dizelerinde şunları söyler:
"Asırlar var ki, İslamın muattal beyni, bazusu / Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar"
"Ey milleti merhume, güneş battı uyansan..."
"Allah’a dayanmak m? Asırlarca dayandık. / Düştükse bu hüsrana onun nârına yandık..."
"Şeriat çalış dedikçe çalışmadın durdun / Onun hesabına birçok hurafe uydurdun / Sonunda tevekkülü sokuşturup araya / Zavallı dini çevirdin maskaraya."
Akif'in, Kuran'ın çevirisini bitirip, Atatürk'e vermemiş olmasından dolayı Atatürk'ün kırgın olduğu çeşitli kaynaklarda yazılıdır. Bir gün Akif'in yanına, yakınları girerler. Akif'in kızı gibi sevdiği Süheyla (Karan) Hanım:
Amca, der. Kuran tercümesi ne oldu?
O, bu sorudan hiç hoşlanmamıştır, yüzü birden kızarır, gözleri dolar:

Yıllarıma mal oldu, yıllarıma, der. Süheyla Hanım’ın:
Bitti mi? sorusuna da:
"Bitti, fakat kimseye vermeyeceğim. Onu Mısır'da bıraktım" yanıtını verir. Süheyla Hanım, bu yanıt karşısında içinde bir isyan duyar. Bu çeviri ne diye Mısır'da kalıyor diye. Bu iç duygusunu şöyle anlatır:
Amca, der, bu nasıl olur? Bir Türk, eserini nasıl Mısır’da bırakır? O yalnız sizin değil, Türk miiletinindir de...
Bu sırada Süheyla Hanım'ın eşi Hayrettin Bey (Hayrettin Bey, Prof. Doğan Karan'ın babasıdır.)
Basılmasın. Yalnız bir nüsha yazılsın da Atatürk’e hediye edilsin.
Süheyla Hanım da şöyle der:
Biz, biraz da Atatürk namına görüşüyoruz. Eğer para az geldiyse biraz fazlalaştıralım. Mesela 10.000 liraya çıkaralım demiş de.
Akif doğrulur, yatağına oturur. Bu öneriden çok canı sıkıldığı bellidir, belki de en yakınlarıma yazık ki kendimi anlatamadım diye.
Şunları ekler:
Bu fakir adama 4000 lira bile fazla... iyi olursam getirtir, üzerinde daha meşgul olurum. Belki o zaman basılabilir...
Bunları Emin Erişirgil’in yapıtından özetledim. Özetle yazdım. Yine aynı yapıtta, Hakkı Tarık Usla, Akif'in konuşmalarına da geniş yer verilir. Hakkı Tarık Us, Akif'e Kuran çevirisi için gitmiştir. Akif, konuşmasının bir yerinde Atatürk’le ilgili olarak şunları söyler:

Tarık Bey, der. Ben yemin etmem! Fakat işte yemin ediyorum. Ben milli mücadelede yanında bulundum; yakından tanıdım vallahil azim. Eğer Atatürk olmasaydı, bu zafer kazanılamazdı...
Hakkı Tarık, biraz düşünür, sonra:
Fakat, der. Ben Atatürk'e böyle bir sözden ziyade tercümeyi götürmek istiyordum.
Akif, daha sonra odaya giren Mithat Cemal'e (Kuntay) şöyle der:
Kuran’ı tercüme etmek için insan ya çok âlim olmalı, ya da çok cahil!