Yasaya, "Terörle Mücadele Kanunu" denmiş: Türkçesi “Yıldırıyla Savaşım Yasası”. "Terör", Latince "Terrere"den geliyor; Fransızcaya yerleşmiş, oradan geçmiş bize. "Ürkü salmak", "yıldırmak" anlamında. İlk bakışta hemen görülen o ki bu yasayla basın yıldırılmak istenmiş. Ağır hapis, ağır para cezaları basına. Kâğıda zam yetmemiş; gazetecileri, yazarları nasıl “yağdanlıkçı” yaparız diye mi düşünülmüş? Hiçbir yasa hiçbir baskı bizleri yağdanlıkçı yapmaya yetmez. Geçmişe bakın görürsünüz, ustalarımızdan öyle gördük. Alıştık özgürlüklere, özgürlük kavgasına...
Sağcılar kollanmış, solcular cezaevlerinde bırakılmış, işkenceciler en çok kollanmış. Bu yılgı yasası, bir yıllık yaşamı kalmış iktidarları kurtarmaya yetmez, önce Anayasa Mahkemesi’nden döner....
Paris'te Fere-Lachaise gömütlüğünde yatan Yılmaz Güney’in gömütü, aynı gömütlükte bir başka yere taşındı; Yılmaz oraya gömüldü. Kalabalık toplantıda, Fatoş Güney'le Prof. Server Tanilli birer konuşma yapmışlar. Tanilli, konuşmasını gönderdi. Böyle bir töreni, Türkiye kalabalığında görmeyi diledi gönlüm. Bu nedenle, Tanilli'nin yaptığı konuşmayı aktarmak istiyorum. Şöyle diyor Tanilli. Yılmaz Güney'in anıt- gömütü önünde:
"Sevgili arkadaşlarım.
Aziz Yılmaz Güney'i, bu mezarlıkta, 6 yıl önce ebedi uykusuna yatırdığımız köşeden alıp bir başka köşeye getirdik bugün. Bir kutsal varlığa gösterilen özen ve saygıyla yaptık bunu. Belki bir gün buradan da alıp yurdunun topraklarına götüreceğiz onu. Ama kim bilir, o gün geldiğinde, belki de Mevlana gibi düşüneceğiz ve uykusunu bozmayacağız. Hatırlayacaksınız, Mevlana öyle diyor bir şiirinde:
"Bâdez vefat türbet-i mâ der zemin mecuz
Der sineha-i merdüm-i arif mezar-ı ması."
Yani, "Öldükten sonra, bizim mezarımızı toprakların üstünde aramayınız; bizim mezarımız, ariflerin gönüllerinde olacaktır" diye sesleniyor.
Nice yüce insan için doğru olan bu söz, Yılmaz Güney için de doğrudur. Daha yaşarken gönüllere geçmiş olan Yılmaz Güney, öldükten sonra da tahtını korudu gönüllerde ve hep koruyacak.
Sormakta sakınca yoktur; Yılmaz Güney kimlerin gönlündedir? Sayısı ne denli çok olursa olsun, "sadece sinemaseverlerin" demek pek yanlış olur. Gerçi Yılmaz Güney deyince, ilk akla gelen, onun büyük, çok büyük bir sinema sanatçısı oluşudur. Bu bir yerde doğrudur: O aktör olarak, yazar olarak, rejisör olarak, Türkiye sinemasında, özellikle 1965 yılından başlayarak yeni bir çığır açmış, bir dönüşüm yaratmış ve o sinemayı ulusal plandan uluslararası plana yükselterek damgasını vurmuştur ona. Bugün "Türkiye sineması” dendiğinde, akla en önce Yılmaz Güney'in gelmesinin nedeni budur. O, bu yanıyla artık tarihin malıdır ve orada hak ettiği saygın yerini almıştır.
Ancak Yılmaz Güney sadece bu değildir. Onun, sanatçı olarak gerçekliğe gözlerini çevirirken kafasındaki düşünsel zemini bir yana bırakırsak, yanlış yapmış oluruz.
Yanlışın affedilmez olduğu yerlerden birisi de işte burasıdır.
Gerçekten Yılmaz Güney, olanca dikkatini, toplumda ezilen insanlara çevirmişti; umut ve umutsuzluklarıyla onları anlatıyordu. Ve ister istemez düzeni vurguluyordu; estetiğin kurallarına yan çizmeden, olanca ustalıkla yapıyordu bunu. Seyrediniz filmlerini, örneğin bir "Umut'la, bir “Yol'da, bir “Sürü"de. bir “Duvar”da bunu göreceksiniz.
Gerçekliğe bakarken bir şeyi daha görmüştü Yılmaz Güney. Türkiye’de ezilen insanlar var idiyse, özellikle ezilen bir de halk vardı- Kürt halkı. İşte, ezilen, ama onurunu yine de dimdik ayakta tutan bu halkın onun eserinde özet bir yeri vardır. Örfleri, sevinçten, acıları, uysallığı, kızgınlığı ile dahası özgürlük ve bağımsızlık tutkusuyla, bu halkı sergilemiştir gözlerimizin önüne.
Kürt halkını bir de Yılmaz Güneyden öğrenmişizdir.
Ve de unutmamacasına...
Yılmaz Güney, o gün bunları yaparken kavgasında yalnız değildi; bugün hiç değildir.
Ancak yaşamın cilvesine bakınız ki Kürtler, bugün tarihlerinin belki en çetin dönemini yaşıyorlar. Özellikle Irak’ta, Kürt mücahitlerine karşı üstünlük sağlayan Irak hükümet güçlerinin, ülkedeki silahsız Kürt halkına karşı giriştiği korkunç kırımdan canlarını kurtarmak için yüz binlerce insanın, yerlerini yurtlarını terk ederek Türkiye ve İran sınırına doğru göç ettikleri, son günlerin en yakıcı gerçekleri arasındadır. Başta Birleşmiş Milletler örgütü olmak üzere uluslararası kuruluşlara, demokrasi ve insan hakları örgütlerine ve elbet hükümetlere, bu çileli insanların derdine derman bulmak için büyük görevler düşmektedir. Onlar, bu görevlerin ne derece bilincindedirler ve gereklerini ne ölçüde yerine getireceklerdir, bilemiyorum; sadece diliyorum.
Yalnız bildiğim bir nokta var ki o da şudur: Fransız, İngiliz, Alman, Türk, özetle hangi ulus ve halktan olursak olalım, biz insanlar birey olarak. Kürtlerin yardımına derhal koşmakla yükümlüyüz. Bu insanlar, şu anda yiyecek, içecek, gidecek, hasta ise ilaç gereksinmesi içindedirler. Onlara bunları sağlayalım; bir insanlık borcu ile karşı karşıyayız, bu borcumuzu yerine getirelim. Özellikle, Türkiye içindeki ve dışındaki Türklere sesleniyorum: Kürtler, türkülerimize varıncaya değin ortak olduğumuz, kız alıp kız verdiğimiz kardeş bir halktır. Bu onurlu ve soylu insanların en çetin anlarında yanlarında olmak, onları alıp bağrımıza basmak herkesten önce biz Türklere düşer. Bunu yerine getirirsek Kürt ve Türk halklarının kardeşliğinin kafalarda ve gönüllerde kalacak örneklerinden birini de ortaya koymuş olacağız.
Kürtlerin, insan ve halk olarak, temel haktan uğrunda, mücadeleyi göz ardı etmeden, şu anda Irak Kürtlerinin içinde bulunduğu çetin durumda, yaralarına merhem vurmak üzere bütün insanları göreve çağırıyorum. Bunu Yılmaz Güney'in mezarı başından yapıyorum ve onun ruhunu şad ettiğim inancı içindeyim.
Yılmaz Güney nur içinde yatsın; bizler ise görevimize başlayalım." (Server Tanilli, telefon ederek, yardımların İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi aracılığıyla yapılmasını bildirdi. İHD Genel Merkezi telefonu: 125 95 47; Yeri: Meşrutiyet Cad. 17-7, Ankara)
14 Nisan 1991, Cumhuriyet