Genç kız, orta halli bir aileden geliyordu, Elazığ’daki Fırat Üniversitesi’nin son sınıfında okuyordu. Basın-Yayın'a girmeyi çok istemişti, puanı da tutuyordu; ancak ailesinin maddi durumu, ailenin oturduğu kentte okumasına yetiyordu. Üniversiteye ne umutlarla girmişti. O, okuyan, düşünen, okuduğunu tartışan, böylelikle gerçeklere ulaşabilen insanlarla dolu bir ortam bekliyordu. Tam tersiyle karşılaştı. Derken bir şeylerin ters gittiğinin de ayrımına vardı. Hani, insan pek çok şey okur, dinler de o okudukları, dinledikleri yaşadıklarınca etkili olmaz insanın üzerinde. Gerçekten de öyle oldu. Sınıfta, doğruluğuna güvendiği bir konuyu tartışmak istese, hoca onu susturuyor, sonra hakkında belge olarak kullanıyordu. Bir Cumhuriyet gazetesiyle kafeteryaya girse, her zaman yanı başında olan siyasi polisler, ona başlarını sallayarak bakıyorlardı, gözdağı veriyorlardı. Ne de olsa üniversiteleri YÖK yönetiyordu; bir de şimdiye değin ufak bir kıpırdanmanın, demokratik bir eylemin olmadığı bir yerdi. Elazığ’dı burası!
Öğrencinin önünde iki seçenek vardı; ya eğitim düzenine uygun olarak tartışmayan, edilgen, her çeşit soruna duyarsız kalan, tek tip bir öğrenci olmak ki her şey buna uygundu; ya da düşünen, okuyan, tartışan, her türlü soruna karşı duyarlı olan, haksızlıklara karşı durmaya çalışan bir öğrenci olmak. Kuşkusuz ikincisi çok daha zordu, insan, haksız yere kimi karşılıklar ödemek zorunda kalıyordu.
Kız öğrencinin başından geçen olay, asıl konu şuydu: 16 Mart 1990 günü, 16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi'nde öldürülen öğrencileri anmak için okul bahçesinde toplanmışlardı. Amaçları, sadece, öldürülen öğrenciler için saygı duruşunda bulunmaktı. (16 Mart 1978'de, perşembe günü, İstanbul Üniversitesi'nde, öğrenciler arasına bomba atılmış, altı öğrenci ölmüş, birçok öğrenci de yaralanmıştı. Saldırganlar, daha sonra öğrencileri yaylım ateşine tutmuşlardı.) Fırat Üniversitesi'ndeki kız öğrenci, bir öğrenci, bir insan olarak saygı duruşu toplantısına katıldı. Çünkü insanların öldürülmesine, katledilmesine karşıydı. Çünkü, Türkiye'de insanlar çok kolay öldürülüyorlardı. Daha dün işçilerimiz göz göre göre öldürülmemişler miydi? Bir aydınımız, bir hocamız (Muammer Aksoy), bir gazetecimiz (Çetin Emeç) öldürülmediler mi? 1987’de Van'da bir öğrenci sırf oruç tutmuyor diye öldürülmedi mi? Çok yakında, 25 nisanda Burdur'da (Halkevci Arif Canyılmaz) öldürülmedi mi? Evet, öldürme olaylarına karşı olduğu için saygı duruşuna katıldı. Ancak saygı duruşuna başlamadan önce, çevreleri siyasi polisle çevrildi. Polis, “Dağılın" filan da demedi. Yaklaşık 300 kişiyi kordon altına aldı. Orada kız-erkek öğrencilere coplarla, yumruklarla girişti. Sonra tümü, birinci şubeye götürülmek üzere arabalara bindirildiler. Arabalarda da insanlık dışı bir uygulamayla tekme, yumruk, coplarla karşılaştılar. Bu durum, birinci şubede hücrelere konuluncaya dek sürdü. Hiçbiri, ne olduğunu, ne için oraya getirildiğini anlayamamıştı. Aynı gün savcılığa çıkarıldılar. Savcının tutumu, soruları, polisinkinden ayrı değildi:
Eylem yapmışsınız! dedi.
Öğrenciler, ortada eylem falan olmadığnı, sadece saygı duruşunda bulunulacağını, ancak buna fırsat kalmadığını söylediler. Eklediler:
İnsan olduğumuz için, insan haklarına saygılı olduğumuz için, tamamıyla demokratik bir anlayışla böyle bir toplantıya katılacaktık! dediler.
O gece öğrencileri karakollara dağıttılar, kız-erkek öğrenciler, beton hücrelerde iki gün boyunca kaldılar. Sonra adliyeye götürüp mahkemeye çıkardılar. Orada anladılar ki 247 kişiden sadece 67 kişi kalmışlar. Onlar da büyük bir sevinçle çıkmayı, özgürlüğe kavuşmayı düşlüyorlardı. Elleri cebinden akmayan yargıç, öğrencilerin sorgularını yapıp ifadelerini alırken polislere taş çıkartacak biçimde söylemediği sözü bırakmadı. Yargıcın karşısına, mahkemeye polislerle girip çıktılar. Bu yüzden, yaralı, çürük içindeki yerlerini sağına (doktora) göstermelerine karşın, "sağlam" diye okunan sağın raporuna bile itiraz edemediler. 67 kişi polis arabalarına bindirilip cezaevine götürüldüler. 35 gün cezaevinde kaldılar.
11 Nisan 1990 da "polise karşı koymak" suçuyla mahkemeye çıktılar. 20 Nisan 1990'da salıverildiler. 22 mayısta, (iki gün sonra salı günü) DGM'de duruşmaları var.
Öğrenciler çıktıklarında, sınavları başlamamıştı henüz, ilk vizelere girdiler. İkincisinde, bölüm başkanları, kendilerine rektörlükten kâğıt geldiğini, gözaltına alınmış, tutuklanıp salıverilmiş öğrenciler, sınavlara, derslere almayacaklarını söylediler “Bize kararı bildirin" diye dekanlığa dilekçe verdiler. Dilekçelere yanıt verilmedi, verileceği de belli değildi! Öğrenci aileleri, savunmanları, rektörle görüşmek için rektörlüğe gittiler (öğrenciler gidince, rektörlükte bekleyen polislerce dövülüyorlardı), velilere de rektör sekreterleri, "Rektörün olmadığını" söylüyorlardı. Rektör, kimseyle görüşmüyordu. Her gün bir yere gitmiş oluyordu. Bilinen, bölüm başkanlarının öğrencilere söylediğiydi:
Aklanıncaya dek, derslere, sınavlara alınmayacaksınız! Karar bu...
Ya, bu mahkeme iki yıl, dört yıl sürerse ne yapacaklardı? 67 kişinin çoğu son sınıftaydı, bitirmek için yalnızca iki ayları vardı, 247 kişi içinden, önceden çıkanlar sınavlara alınıyorlardı. Oysa tümünün duruşması sürmekteydi. Rektörle konuşmaya gidiyor, polis dayağıyla karşılaşıyorlardı
Neydi bu çocukların suçu? Düşünmek mi? Mahkemelerde demokrasiyi savunmak mı? Yoksa bu iğrenç düzende yaşama şanssızlığına uğramak mı? Anlattım, hiçbirinin maddi durumu iyi değildi. Bunca öğrencinin uğradığı zararı kim ödeyecek? "Asmayalım da besleyelim mi?” yok "Atmayalım da besleyelim m?" diye düşünen darbeciler-umreciler, hacılar, yarı hacılar mı? Fırat Üniversitesi Rektörü, bu keyfi davranışlarının altından nasıl kalkacak? Hesap soruyorum, doğru mu olup bitenler? Yanıt bekliyorum! Rektöründen, polisinden, savcısından, yargıcından yanıt bekliyorum. Dün de gençlik bayramıydı değil mi? Yazıklar olsun!
20 Mayıs 1990, Cumhuriyet