Yazarlık Güç İştir

İlya Ehrenburg, yazarın işlevini anlatırken şöyle der:
“Biz sık sık, daha çok alışkanlıkla, bir yazarın gözlemci olması gerektiğini söyleriz. Geçenlerde yayımlanan A.N. Afinogenov'un günlüğünde, dikkate değer şöyle bir yer var. [Eğer yazarın sanatı insanları gözlemesini bilmekten ibaret olsaydı, en iyi yazarlar doktorlar, sorgu yargıçları, öğretmenler, şimendifer kondüktörleri, parti komitesi sekreterleri, komutanlar olurdu. Ama işte, böyle değil. Çünkü yazarın sanatı, kendisini gözlemesini bilmek yeteneğinde toplanmaktadır.] Afinogenov, çok doğru olarak eski (gözlemcilik) kavramını bir kenara itiyor. Roman ya da trajedi kişilerinin yaratılmasında yazarın kendi yaşamı, kendisinin başından geçenler büyük bir rol oynar. Gerçekten de bir yazar yalnız şu ya da bu tutkuları bildiği, dolayısiyle anladığı ölçüde başkalarının iç dünyasını anlayabilir.” İlya Ehrenburg, “İnsanlar, Yıllar, Hayatlar” s. 163-164).
İlya Ehrenburg'un adını andığı Aleksandr Afinogenov, Rus oyun yazarı; 1904 -1941 yılları arasında yaşadı.
Günlük gazete yazarlığı ile öykü ya da roman yazarlığı arasında, uçurumlar olmaz mı? Fakir Baykurt, bir gün:
— “En sarp yolu seçmişsin, sana bazen acıyorum. Her “Ankara Notları”nda bir roman yazıyorsun” demişti. Kendi kendime, roman yazdığımı bile sanmıştım!
Yazının çatısı içinde, olayın kişileri yerli yerine oturmalı. Çelişkiler, okuru şaşırtmamalı. Olay, inceden inceye taranıp, kurcalanınca, kim nerede ne yapıyor, bundan sonra ne yapabilir ortaya çıkmalı...
Orhan Aldıkaçtı’nın, 1960’larda, Yassıada programlarının hazırlanışında çalıştığını duyunca şaşırmadım. Çok kötü hazırlanmış programlardı onlar.
Bir duruşma sürerken, yargılananları kamuoyunun gözünde mahkûm etmek için düzenlediği izlenimini veren önyargıyla karışık çalışmalar. On saatlik duruşma, 25 dakikaya, nasıl özetlenip sığıştırılabilir?
Bilirkişiler vardır, körün değneğini bellediği gibi, belli yönde görüş bildirirler. Böyle birilerinin görüşüne dayanak verilmiş mahkeme kararı, Yargıtay'da “Bunlar bilirkişi olmak niteliğinde değildir” gerekçesiyle bozulur.
Orhan Bey'in, 1970'li yıllarda “Anayasaya saygı” yürüyüşüne katılışı ile ilgili bir olayı Altay Ömer Egesel’den dinledim. Orhan Bey, Uğur Mumcu'nun deyimiyle, “cübbesini savura savura”, yürürken; Uğur Alacakaptan, Altay Ömer Egesel’e, Orhan Bey'i tanıştırır:
Tanışıyor musunuz?.. Orhan Aldıkaçtı!
Altay Ömer Egesel, Aldıkaçtı'yı yazılarından tanır. Tutucu bilir!
— Bunun benim yanımda işi ne? der, oradan uzaklaşır. Ayrı yürür!
Anayasa Komisyonu İkinci Başkanlığı’na Prof. Kemal Dal seçildi ya iyi oldu! Feyzi Feyzioğlu'nun atlatılması da, incelemeye değer ne bileyim?
Prof. Kemal Dal, Fransa'nın Tours kentinde okudu. Varlıklı aileden geliyordu. Babası, iki bin dönüme egemendi. Görüşlerinde, tutucu da olsa, inatçı mı inatçıydı, öğrencilik arkadaşları, o yıllarda “demokratik sağ” eğilimli olduğunu söylerler. Şimdi, İkinci Başkanlığa seçilince, bazıları, komisyonun gerçek yöneticisinin -satır arasında- Kemal Dal olacağını düşündüler.
Buradan ne çıkardı? Buradan, geleceğin politikasına yön vermek isteyenler çıkabilir miydi?
Hele şu Siyasal Partiler Yasası ile Seçim Yasaları hazırlansın, görecektik, kimlerin nerelere soyunduklarını.
Bazı yerlere gelip, oralarda oturmak bazen, iğneli fıçı gibidir, insanı tedirgin eder, uykularını kaçırır.
Bu sırada, gazeteciler, yazarlar göze batar. Şunu şöyle yazmalıydı, bunu böyle yapmalıydı, derler. Bilseler, yazarın, gazetecinin gerçekte, gerçekleri yazarak yardımcı olduğunu, yazarlığın da güç iş olduğunu... İnsan önce kendinde aramalı kusuru, kendini suçlamalı. Orhan Ural'ın “Pir Sultan Abdal”ını okuyorum. Orhan Ural, Yunus Emre'nin şu dizelerini almış:
“Kimesne kimseye etmemiş ola / anı ki kendüme ben etmişem ben.”