Yaşayan Ölüler...

Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi Başkanı Dr. Selim Ölçer, Güneydoğudan yeni döndü. Ölçer, o yörede, bir çeşit apar topar yollanan sağınların (doktorların), hemşirelerin, öbür sağlıkçıların durumlarını inceledi, yakınmalarını dinledi. Ankara'da Tıp Meclisi'ni ivedi toplantıya çağırdı. Selim Ölçer’in gözledikleri olacak şey değildi. Uzun süredir olayın arkasındaydım. Oralarda neler olup bittiğini, bilenlerden öğrenmek, kurcalamak istiyordum. Cumhuriyet'in Diyarbakır muhabiri Ziya Aksoy’un verdiği, yansıttığı haberleri de izlemeye çalışmıştım. İlgililer,
Ekmekçi, bu haberleri nereden alıyor? diye araştırmaya ne girişmesinler. Aksaklıkları düzeltmeye baksınlar.
Önce şunu söylemeliyim; 'savaşa karşı' törelerle, değer yargılarıyla yetişen, amacı insanı yaşatmak olan sağlıkçıların içine itildikleri saçmalık, kahrediyor onları. Güneydoğu'ya yollanan sağlıkçılar, kesinlikle 'savaş' içindeler. Neyin savaşını, kiminle yaptıklarını bilmeden içine düştükleri kuşku, karartıyor yüreklerini.
Geçen günlerde, TV’den Ertürk Yöndem, Çukurca Kaymakamıyla konuşuyordu. Kaymakam, sorulara kekeleyerek karşılık veriyordu. Çukurca Kaymakamı, kekeleyen biri değildi. TV karşısında, ‘doğru olmayan şeyler’ söyleme zorunda bırakan sorular mıydı kaymakamı kekeleten?
Güneydoğu'ya yollamalar, belirli bir ilkeye dayalı olarak yapılmadı. Sağlık Bakanlığı, her kişiyi tam izleyemediği için gidenler arasında emekli olanlar vardı; bir yıl önce emekli olmuş ya da sakatlığı dolayısıyla vergi indirimli olup askerlikten bağışlanan kişiler vardı. Bunların varlığı ortaya çıkınca, geri gönderilmeye başladılar. Bu da gereksiz, çifte masraflara neden oldu. Yollanmak istenenler arasında, üç- dört yıl önce ölmüş olanlar vardı; en az on yıldır Doğu'da görev yapanlar vardı. Yüksekova'da bir iç hastalıkları uzmanı vardı, 62 yaşındaydı, iki oğlu üniversitede okuyordu. Yeni muayenehanesini aşmış kimi kimseler buraya yollanmışlardı...
Güneydoğu'daki sağlık hizmetlerinin genel eşgüdümcüsü, Müsteşar Yardımcısı Süleyman Hatinoğlu, dini bütün kişiydi; namazını kaçırmaz, kılardı. Yüksek İslam Enstitüsü'nü bitirmişti.
Sağlıkçılar, yolluk verilmeden gittikleri için çoğu beş parasızdılar. Aralarında borçlanarak gelenler vardı. Sağın, hemşire önlükleri, giysileri, hiçbir şeyleri yoktu. Apar topar yollanmışlar; kapıda polis beklemişti. Çoğu 35 saatlik yolculuktan sonra varmıştı. Geride kalan analar-babalar merak içindeydiler. Yılbaşı gecesi, Ahmet Özal’ın TV'sinin telefonlar ıtutup tıkadığı gibi Hakkâri'de, Van'da, Şırnak'ta santrallar kilitlenmişti.
Cizre'de bir Kızılay sayrıevi kuruldu; çamur içinde; kesinlikle hizmet verilmiyordu. Gezici sayrıevi kuracak eleman yoktu. Gezici sayrıevi (seyyar hastane) diye bir şey yok değildi; vardı. Bakanlık, içinde iki kişiyi görevlendirmişti. İkisi de iktisatçıydı!
Sağlıkçıların ‘maske’leri yoktu. ‘Kilit personele var’ deniyordu. Onun da tanımı yoktu. Kimdi kilit personel? Gönderilen sağlık maskeleri 'gizli' yazıyla yollanıyordu. 400 maske, Hakkâri'ye, Sivil Savunma Genel Müdürlüğü'nce yollanmıştı. 100 tane de il sağlık müdürlüğü buyruğuna. (Sayı ortaya çıkmasın diye mi korkuyorlardı?) Yollanan maskelerden süresi geçmiş olanlar vardı, örneğin 2 yıl kullanma süresi var, süre geçmiş! Kimseye, bu arada sağlıkçılara, kimseye kimyasal giysi verilmiyor. Bunların ederi 800.000 TL (Zaten alamaz!)
'Atropil' denen antikor (karşınözdek) oluşturan madde yoktu. Bunu üreten 'Hopa' firması, ‘cam şişe olmadığından üretilemediğini' yazıyordu.
Görevlendirilen sağlıkçılar arasında emzikli çocuğu olanlar göze çarpıyordu. Bir bayan uzman İstanbul'dan Hakkâri'ye yollanmıştı. Telefonda dört yaşındaki çocuğu, şöyle diyordu:
Anne, ben sana küstüm! Sen beni bırakıp gittin! Seninle konuşmayacağım. Babamı veriyorum...
Eşleri yönetici, polis, assubay olan bayanlar geri yollanıyorlardı. Bunlara ‘torpilli’ deniyordu. Torpilli olmayanlar da eşlerine öğütlüyorlardı:
Sen de git, sayrıevine yat, rapor al!
Raporlar, bakanlıkta toplanıyordu.
Pakistan'dan alınan 'cerrahi' araçlar, kullanılamaz, iş göremez durumdaydı. Cerrahlar şöyle diyorlardı;
Derinin altına bir mermi girse, ben çıkartamam. Araçlar o denli kalitesiz!
Gezici sayrıevine alınması gereken sobalar, illere yollanmamıştı. Biri şöyle dedi;
En sağlıklı adamı seyyar hastanenin içine yatırsam, sabaha ölüsünü bulurum!
Köy Enstitülerini kapatan anlayış, bu yöreleri bakımsız, sağlıksız bırakan anlayıştır. Şimdi taşıma suyla değirmen döndürmeye uğraşılmaktadır. Halk yaşamı, yaşayan ölüler gibi sürüklüyordu... İnsancıklarla birlikte, sağınlar, hemşireler de savaşın içine itilmişlerdi. Rumen yazarı Zaharia Stancu'nun (1902-1975) 'Yaşayan Ölüler’ adlı yapıtı, ne düşündürücüdür. Zaharia Stancu şöyle diyor.
'Savaşı daima bir afet olarak düşünmüşümdür. Ateş çizgisinde boğuşanlar kadar, cephe gerisindekileri de kırıp geçiren bir afet. Topyekûn öldürülenlerden sorumlu olan çılgınların cezasını yenenler kampında da yenilenler kampında da kadınlar, yaşlılar ve çocuklar-kısacası korunma olanaklarından yoksun bulunanlar-çekiyorlar..."