Yargıca, Savcıya İşkence!

Yargıçlar Savcılar Yüksek Kurulu’nun durumunu incelerken işe, Yargıtay’dan başlamak gerekiyor.

Bu konuda uzman olanlar diyorlar ki:

“Yargıtay’ı doğrudan doğruya görüş, düşünce üreten, eski deyimle ‘içtihat’ yaratan bir yüksek mahkeme durumuna getirmek gerekmektedir. Yüksek Yargıtay’ın asıl görevi budur. Bunu yapabilmek için de şimdi ‘üst derece’ dediğimiz, eski deyimle ‘istinaf mahkemeleri’nin kurulması gerekir. İkincisi de şu anda 236 olan üye sayısı 100’e indirilmelidir. Üyelerin sayısını 100’e indirdikten sonra, ilk adımda üst mahkemelerden, yani ‘istinaf mahkemeleri’nden gelecek davalara bakacağı için işi hafifleyecektir. Yargıtay’da yüzlerce ‘inceleme yargıcı’ var, şimdi o denli inceleme yargıcına gerek yok. Zaten üst mahkemeler kurulduktan sonra, nasıl ki, 12 Eylül’den sonra, bölge idare mahkemeleri kurulurken, kimi Danıştay üyeleri, buralara başkan olarak gönderilmişlerdi ya, kalan Yargıtay üyeleri de üst mahkemelerinin başına gönderilirler.”

Anımsadığım, 12 Eylül’de kimi Danıştay üyelerini kapsayan bu uygulama, bir çeşit sürgün biçimine dönüşmüştü. Bunu yakından biliyordum. O nedenle, bu görüşe katılmadım. Ancak, 100’ün dışındaki Yargıtay üyeleri, 65 yaşına dek ne yapacaklardı?

Üyelerin sayısını 100’e indirme zorunluluğu şuradan da doğuyordu: Böylece iş de azalacaktı, bir yargıcın yazgısı, hiçbir biçimde 2-3 kişinin eline ya da eski bir gezici vaizin iki dudağının arasına bırakılmayacaktı.

Yargıçlar Savcılar Yüksek Kurulu’nda bugün yaşanan olay çok açıktır. Bakan ile müsteşarı, yanlarına iki kurul üyesini aldıkları anda, her şeye egemen olabilmeleri olayıdır. 4-3 oy çokluğuyla yargıç gitti gider!

Bu nasıl önlenecektir? Bunu önlemenin yollarından biri, kurulun üye sayısını arttırmak, bu bir. Eski Yüksek Yargıçlar Kurulu’nda olduğu gibi. 12 Eylülcüler onu kaldırdı. Bazı sakıncaları görüldü diye, kurulu ortadan kaldırmak değil, o sakıncaları giderici önlemler almaktı. Zaten Yüksek Kurul’un bu biçimde yapılanmasının nedeni olarak gösterilen gerekçe açıklanmıştı o zaman. “Yargı tümüyle bağımsız olamaz. Bağımsız olduğunda kopukluklar oluyor. Devlet yaşamında uygunsuz durumlar ortaya çıkıyor. İdare ile yargı arasında, bir organik bağ olması gerekir” düşüncesiyle Yüksek Kurul’u, bu duruma getirip kurdular. Şimdi, bakan beş üyeden ikisini yanına aldığı zaman istediğini yapabiliyor.

Bugün Türkiye’de yargıçlar, savcılar, kendi buyruklarında çalışan hizmetliler denli güvenceli değildirler. Örneğin hizmetlinin kendisi hakkında yapılan bir işleme karşı idari yargıya başvurma hakkı vardır. Ama yargıcın, savcının böyle bir hakkı yoktur.

Görülmez bir şey daha var: Adalet Bakanlığı durumundaki sivil idari yapıda, hiçbir bakanlıkta olmayan bir durum var; idare hukukunun temel ilkesi, başlangıçta koşutluk, yani “usulde paralellik”tir. Yani, bir kimse, bir göreve hangi koşullar ile getirilmişse, aynı koşullarla o görevden alınır. Bu, idarenin genel ilkesidir. Şimdi, Adalet Bakanlığı’nda bir üst düzey yönetici, yönetime getirilebilmesi için; müsteşar, müsteşar yardımcısı, genel müdür, bağımsız daire başkanı olabilmesi için, önce birinci sınıf yargıç olma koşulu vardır, bu tamam. Ancak, bu göreve atanabilmesi için, şu anda dörtlü kararname gereklidir. Ortaklık hükümetleri nedeniyle dörde çıktı, eskiden üçlüydü. Bu göreve gelebilmesi için bakan, başbakan yardımcısı, başbakan, cumhurbaşkanının onayıyla oluşan dörtlü bir kararname. Atanma böyle oluyor. Koşul bu. Anayasa Mahkemesi’nin kararına bakalım, orada der ki: Bir kimse, başlangıçta koşutluk, yanı “usulde paralellik” ilkesine göre hangi koşullarla atanmışsa, o görevden ancak o biçimde koşullarla alınması gerekir. Ama yeni getirilen bir by-pass yasasında, bir 37. madde var. Bunda denir ki: Bakan, üst düzey yöneticilerden müsteşar dışındakileri, istediği anda eski kazanılmış haklarına “mükteseplerine” uygun bir göreve atamak için, Yargıçlar Savcılar Yüksek Kurulu’na öneride bulunur. Kurul, bir ay içerisinde bu atamayı yapmak zorundadır. Şimdi, dörtlü kararnameyle gelmiş bir genel müdür, bir müsteşar yardımcısı, bir bağımsız daire başkanı, bakanın bir tek imzasıyla mahkeme kürsüsüne sürgüne yollanabiliyor. Bakan, kurula diyor ki:

Ben bunu Kayseri’ye, Adana’ya ya da Gaziantep’e göndermek istiyorum. Gönderiyor da. Nerede kaldı başlangıçta koşutluk, “usulde paralellik” ilkesi?

Kurul, bilindiği gibi Yargıtay’dan, Danıştay’dan gelen kişilerden oluşuyor. Bunlardan ikisini bakan haydi haydi yakalayabiliyor, kendi yanına çekiyor. Bunu daha önce de belirtmiştim.

Bunun çözüm yolu. Yargıçlar Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin sayısını kesinlikle arttırmak olmalıdır.

Bilinen bir gerçeği yinelemekte yarar var: Türkiye’de yargıç güvencesi, bakanın iki dudağı arasındadır. Yargıcın, savcının hiçbir güvencesi yok. Kurulun kararları kesin: savcılar, yargıçlar kurul kararları ile ilgili dava açamıyorlar.

Siyasal iktidarı ellerinde bulunduranlar, kesin olarak yargıyı da ellerinin altında tutmak gereğini duyuyorlar. Muhalefetteyken, “yargı bağımsızlığı” üstüne mangalda kül bırakmadan konuşanlar, iktidarı ele geçirince her şeyi unutuveriyorlar.

Bir savcı, bir yargıç düşünün, hiç istemediği bir atama ile karşılaşıyor. Taşrada, bir ilde bir ev tutabilmek, için bir yıllık kira parasını önce ödemek zorunda kalıyor. Kendisi oraya gidip yerleşinceye değin, çektikleri “işkence” değil de nedir? Yargıç, savcı böyle bir atama ile karşılaşmamak için gelip bakanın kapısında sıraya girse bu doğal değil midir?