Valilin Atı...

Rizeli bir köylü, ilk kez kasabaya inmiş yıllar önce. Köye dönünce, çevresini almış komşuları. Sormuşlar:

— Anlat hele ne gördün?

Adam, geriye kaykılmış, bağdaşını kurmuş:

Gittim vilayete, demiş, vardım valinin katına. Valinin atı bana güldü:

«Bayram» gazetelerini öteden beri, «sade suya tirit» görürler. Öyledir de. Suya sabuna dokunmayan yazılar, haberler. Hangi sorun ortaya atılır, hiç.

Biri, kurbağa fıkrası anlattı. O da şöyle:

Kurbağaya sormuşlar: «Yahu, niye öyle vrak vrak ötüyorsun, şöyle güzel bir şarkı söyle de dinleyelim.»

— Aaaah, diye karşılık vermiş kurbağa, ben de güzel şarkılar söylemesini biliyorum ama, boğazıma su kaçıyor;

Gazetecinin, yazarın öncelikle çıkarlarını bir yana bırakması gerekir. Çoluğunun çocuğunun, ya da kendisinin çıkarları için bakanlık kapıları aşındıran yazarın, gazetecinin yazdıklarına yöneticiler de inanmaz, kimse inanmaz. Etkili olmaz böylesi. Kimseyi kullanmamalı, kullanmak istememeli gazeteci. Basın dördüncü güçtür — toplumda da, kısa sürede etkisiz duruma geliverdiğini de görürsünüz.

Yöneticiler, zaman zaman demeçler verirler, genelgeler yayımlarlar: İlgililere, «Yerel basında çıkan yakınmalara önem vereceksiniz» diye buyururlar. Bu, güzel bir şeydir. Gelgeldim, bununla çelişen kararlar da alınır. Örneğin, yetkili bakanın bilgisi olmadan basınla kimsenin ilişki kurmaması, haber vermemesi istenir. Çıkan bir haberin nereden, nasıl sızdığı araştırma konusu yapılır, içten içe. Bu, güzel bir şey değildir.

Yıllar yılı durdum üzerinde, yine durmak isterim: Türkiye'de Bakanlıklarda bakanlık sözcüleri yok. Bir Dışişleri Bakanlığı'nda var. Kalanında ise, basın danışmanlıkları yani «Müşavirlikleri» var. Eleştirmiştim bir zamanlar: «Basın müşavirlikleri bir çeşit (arpalık) gibi kullanılıyor» diye. Çoğunda emekli olmuş gazeteciler ya da, basında dikiş tutturamamış kişiler çalışıyor, diye. Kimi gazeteci küstü, «bizden ne istiyor?» diye. Hiçbir şey istemiyordum oysa, kamu görevi yapanların çalıştıkları yerleri «Arpalık» olarak görmemelerini istiyordum. 27 Mayıstan bu yana, bu konudaki çabalarım boşa gitti diyebilirim.

Basın görevini yapmazsa, sorunlar da ortaya atılamaz. Sorun atılamayınca çözümü de bulunamaz. Bir fıkra anlattı biri, şöyle:

Dertli bir adama, «Kerametli» bir hocadan söz etmişler. «Senin derdini, bu (kerametli) hoca çözümleyebilir» demişler. Adam, az gitmiş, uz gitmiş sonunda Hoca'nın köyünü bulmuş. Ona:

— Aradığın hoca, şu beygir gezdiren adamdır; demişler.

Adamın biraz içi burkulmuş ama, yine de yanına varmış, derdini anlatmış. «Kerametli» hoca, dertlinin arkasını sıvazlayarak şöyle karşılık vermiş.

— Haydi oğlum haydi, benden keramet bekleme. Bak, ben de papazın beygirini gezdiriyorum.

Ozan Başaran'ın son yapıtı «Kocakent». Aydınları eleştiren şiiri şöyle:

İşte aydınlar, saksı bitkileri / En pahalı süsleri zamanımızın / Hazır kokulara, renklere dadanmış / Mevsimleri açmağa özenirler camlarda / Yitik gökleri

Kitap kitap susarlar sonra / Bu akşamlar, yalnızlıkları / Bir içkilere batırır, / Bir kadınlara uzatırlar düşüncelerini / Başlan döner, müzeler gibi

Kurtulsalar biyol dünyayı / Sözcüklerle kurup bozmaktan / Kırabilseler saksılarını / Toprağa başlasalar ormanca / Yeni bir çağ olacak gözleri

Basın, yazarlar, aydınlar üzerine yazıp söyleyeceklerim bitmedi daha. O denli çok ki. Adlarını anmam, saymam da gerekli değil. Onlar, bilirler kendilerini...