Uygar Kişi Sayrıevinde Ölür!..

Prof. Hüsnü Göksel, kız kardeşim, ablam Meryem’in sayrıevinde öldüğünü öğrenince şöyle dedi:

-Rahat ölüm, uygarlığın bir simgesidir. Uygar insanlar, sayrıevinde doğar, sayrıevinde ölür!

Bu en büyük avuntu oldu. Kardeşim, Keçiören Sanatoryumunda 10 Nisan Perşembe günü sabahı gözlerini yummuştu. O gece yansı, bir sayrı telefon etti:

- Sizi sayıklıyor, gelin dedi. Gecenin bir yarısı, gazeteden araba istedim. S edat geldi, eşim Aldoğan, kızım Eylem üçümüz gittik. Oksijene bağlanmış, serum takılmıştı. Yeğenim Perihan başucundaydı. Güçlükle soluk alıyordu:

- Abla, bak ben geldim, aç gözlerini!

Gözlerini açtı, elini tuttum. Konuştukları anlaşılmıyordu:

- Ne diyorsun?

- Allah, diyorum!.. (Yarım yamalak anlaşılıyordu.)

Daha önce gittiğimde de pek konuşmamıştı. Yeğenime sormuş:

-  Ne dedi, dayın benim için?

- Bir şey demedi, ne desin? Sen konuşmadın ki!

- Arkasından boylu boyunca baktım, ama giderken...

10 nisan öğleye doğru, cankurtaranla onu doğum yerimiz Hadim’e gönderdik. Yeğenim Perihan'la, eşi Şimşek cankurtarandaydılar. Sayrıevine ilk yattığında. akciğer filmine bakan bir sağın, “Bu ciğeri fareler yemiş” demişti.

Bir ay yatıp, Antalya’ya gitmişti. Yeniden Ankara'ya sayrıevine gelince, sağınlardan Nihal Başay'a şöyle demiş:

-Sizleri yeniden gördüğüm için çok sevmiyorum. Sizleri çok seviyorum. Bana çok iyi baktınız. Sağ olun!

Cumhuriyet'e ilan filan vermedik. Ne anam, ne babam ilanla ölmüşlerdi. 15 Nisan Salı günü ‘Ankara Notları’nda, 'Güç Bir Yazı Denemesi' başlıklı yazı çıktı. Kızım Özlem, Ankara'da yoktu, ona hemen duyurmak da istemiyorduk. Hüsnü Göksel, yazıyı okumuş telefon etti.

-Ne zarif bir yazı dedi. Gönlümü bir daha aldı.

Daha önce yazdım ya, Meryem Ablam, benim ikizim gibiydi. Ancak, benim gibi kara değildi. Yüzü biraz daha açıktı. İlkokulu bitirdikten sonra, ortaokula giderken okul dönüşlerinde, Halkevi’nde, temsiller yapardık. Kız oyuncu bulamadığımız için, bir arkadaş kadın, kız rolüne çıkar, çeşitli oyunlar oynardık.

Bir gün ablam, çeşmede su doldururken bizim oyunlardan birini gören genç memurlardan biri, beni sanarak seslenir:

-  Mustafa!

Ablam da döner bakar. Sen misin dönüp bakan!

- Vay canına, demek kadın kıyafetine girdin deyince, ablam testisini bırakıp hızla kaçmaya başlar. Memur kovalar:

-  Kaçma, seni yakalayacağım!

Kaçarken 'Anaaa' diye bağırır ablam. Bereket ev yakın, kendini eve atar, kurtulur. Adam, gerçekten ablam olduğunu öğrenince çok utanmış!

Çok küçüktüm, dört beş yaşlarında var yoktum. Bir gün. Muharrem Amcamın evine gitmiştik. Sıdıka Yengem, ayrılırken bize bir tane kelek verdi. Kelek, kavunun yavrusu. Yengem, büyük olduğu için ablama vermişti. Kavunun mevsimi geçmişti. Çıktıktan sonra, portakal büyüklüğündeki keleği, bana vermesi için yalvarıyordum:

-Ne olur, bana ver ben taşıyayım! (Aslında nasıl olsa birlikte yiyecektik!)

-Olmaz diyordu. Göğsüne bastırdıkça bastırıyordu. Yalvarmalarım boşunaydı. Eve yaklaşıyorduk. Anam kapının önüne çıkmıştı. Ben bağırmaya başladım:

-Anaaaa! Kızın divlek çaldı! Meryem sesini çıkarmıyor, kıpkırmızı bir yüzle, keleği göğsünde saklıyordu.

-Anaaaa, kızın divlek çaldı! Anam seslendi:

-Biraz daha bağır oğlum, sesin iyi duyulmuyor!

-Anaaa! Kızın divlek çaldı!

Anamın elleri arkasındaydı. Meğer bir elinde taş varmış, bizim yaklaşmamızı beklermiş. Yaklaşınca taşı fırlattı. Taş vınlayarak başımın üstünden geçti Ben ‘anam ’ diyerek kaçtım. Kelekten de tadamadım!

Kardeşimin ölüm haberini alan dostlar, okurlar telefonlar ediyor, başsağlığı diliyorlardı.

İstanbul'da yaşayan Cumhuriyet okuru Müfide G. Anadol’dan şu mektubu aldım:

“Mustafa Bey,

15 nisan tarihli Cumhuriyet gazetesindeki 'Güç Bir Yazı Denemesi!' isimli içli, hüzünlü bir şiir: yoğun bir hikâye güzelliğindeki yazınızı okudum.

Sizi zaten severim, o güzel insan, kardeşiniz Meryem Hanım’ı da sevdim...

Ona, o güzel insana Tanrı’dan rahmet, sizlere sabırlar diliyorum.

Saygı ve sevgilerimle... ”

Dostlara, okurlara buradan teşekkür etmek istiyorum, sağ olsunlar!