Üç Olay...

Milli Savunma Bakanı Ercan Vuralhan, bu olaylardan sonra yerinde bir gün durmamalı, görevinden çekilmeliydi. Susup susup da çarşamba günkü Mecliste, Milli Savunma Bakanı olarak değil, Ankara Milletvekili olarak kürsüye çıkıp kendisi ile ilgili savlan ilen süren basınla, muhalefet milletvekillerini "Ermeni teröristlere yol göstermekle " suçlaması doğrusu çok ilginçti. Orada ağırbaşlı olması gereken bir bakanı değil, suçlamalara suçlamayla karşılık vermeye alışık, yeni yetme bir politikacıyı izledik. Gerçekte ANAP içinde bunların sayıları az değil, Vuralhan hiç de yalnız değildi. O konuşurken, Turgut Bey’in yüzünü okumaya çalışıyordum. Karardıkça kararmıştı. Birleşimi yöneten Başkan Vekili Halim Aras, kötü bir yönetimin örneğini verdi. Milletvekili olarak söz verdiği Vuralhan'a, bir ara "Sayın Bakan"dedi. Hani, bakan olarak söz vermemişti?
Uğur Mumcu, gerçekten önemli bir gazetecilik görevi yaptı. Onun ortaya attığı belgeler karşısında, Vuralhan’ın, azından soruşturmalar sonuçlanıncaya dek görevini bırakması, Türkiye'deki geleneklere uygun bir davranış olacaktı. Böyle davranışlar, artık bakanlıkların da önemlerini yitirdiği izlenimini veriyor...
Koltuğa yapışıp kalmak, yapışanı yüceltmiyor, çoğu kez güç durumlarda bırakıyor.
Meclis kulislerinde dolaşırken, bu Meclisin 1983'ler Meclisinden oldukça değişik bir yapıda olduğunu da gözleyebiliyordum. Muhalefetin işi güçtü, ama Turgut Bey’in işi daha da güç görünüyordu. Yüzde 36’lık bir oya karşılık, 292 milletvekilini Meclise sokmak, yeterli değildi. Parmak hesabıyla iktidarlar, uzun yaşamıyorlardı. Bunları çoook görmüştük!
Haydar Kutlu'yla Nihat Sargın'm iki aydır Türkiye’de yaşadıkları serüvene ilişkin, pek çok mektup gelir. Bunlardan kimini zaman zaman yayımlamaya çalıştım. Bu tepkiler, demokrat yapılı kişilerin insancıl, duygulu, ülkede işkencenin artık yok edilmesini amaçlayan isteklerinden başka bir şey değildir. Böyle tepkiler, Türk yurttaşlarından geldiği gibi, yabancılardan da gelir. Uluslararası kuruluşlar, örgütler. "işkence" gibi önemli bir konuda duyarlıdırlar. İşkence, hiçbir ülkenin "iç işi" değildir de ondan. Bu, tüm dünya uluslarının, insanlığın ortaklaşa önlemeye çalıştıkları bir sorun, bir olaydır...
Çekoslovakya Devlet Başkanı Güstav Husak da, Nihat Sargın'la Haydar Kutlu için, Türkiye Cumhurbaşkanı'na bir mektup yollamak istemiştir. Kısa mektubun tam metni, Cumhuriyet'te de çıktı. Şöyle:
"TKP Genel Sekreteri Haydar Kuttu (Nabi Yağcı) ve TİP Genel Sekreteri Nihat Sargın politik göçmenlikten iki ay önce Türkiye'ye dönmüşlerdir. Ancak döner dönmez derhal tutuklanmışlardır ve üstelik, uluslararası haber ajanslarına göre işkence görmüşlerdir. Güvenlik güçlerinin bu uygulaması, insan hak ve özgürlüklerinin çiğnenmesi anlamına gelir ve Avrupa koşullarında Helsinki İnsan Haklan Belgesi'ne ters düşer. Hümanizm ve demokrasi adına iki politikacının kayıtsız ve şartsız olarak serbest bırakılması için sizin kişisel politik inisiyatifinizi kullanarak yardımcı olacağınıza inanıyorum."
Çekoslovakya Devlet Başkanı’nın bu mektubu, Türkiye'nin Prag Büyükelçisince, alınmamış geri verilmiştir. Bu mektubun reddedilmesine karşılık, Prag'da basına verilip açıklanması, Türkiye'nin sert tepkisine yol açmış, "Türkiye'nin Çekoslovakya'dan demokrasi dersi almaya ihtiyacı olmadığı”, Dışişleri Bakanlığı’na çağrılan Çekoslovakya Büyükelçisi'ne bildirilmiştir. Haberler böyle...
Burada bir saniye durup, Türkiye'nin davranışının doğru olmadığını belirtmek istiyorum. Şöyle ya da böyle, bir ricada bulunan bir devlet başkanına yapılan sert çıkış yanlıştır. Benim basın özgürlüğünden anladığım, yanlışı kim yapmışsa, çekinmeden onun eleştirilmesini gerektirir. Kendi ülkesinin yönetimi de olsa. Yetkililer, şöyle diyorlar:
"Efendim, mesaj televizyonlara, basına verilmeseydi, yine biz işi geçiştirecektik. Ama, basma verilmesi iyi olmadı; canımızı sıktı...
Ülkelerarası ilişkiler, duygusallıklarla yürütülemez. Yani, birine kafamız kızarsa, savaşacak mıyız?
Fransa ile böyle bir kafa kızması yüzünden yıllarca dostluklar askıda kaldı. O zaman da "Ankara Notları"nda yazmış, yangına körükle giden kimi yazar arkadaşlarımı uyarmıştım. Hasan Pulur'la da hafiften takışmıştık. Ne oldu sonunda?
Devlet başkanlarının, hükümet adamlarının benzeri olaylarda, mektuplar, mesajlar yolladıkları çok görülmüştür. Ziya Ül-Hak, Butto'yu asacağı sıra, Süleyman Bey, başvurmuş:
Butto'yu asmayın, bize verin, bizim konuğumuz olsun demiştir.
Menderes'in asılmasından önce, İngiltere Kraliçesi, Cemal Gürsel’e
başvurmuş, ölüm cezalarının uygulanmamasını istemiştir. Bunları gazeteci olarak yaşadık, gördük.
Olayı, usuma getirdikçe, Prag'daki Büyükelçimiz Orhan Aka'nın, Türkiye'nin yanlış tutumu yüzünden ne güç durumlara düştüğünü düşünüyorum. "Elçiye zeval olmaz!” derler. Ama, bu “zeval”, yani "aşağılamayı", Ankara yaratmış gibidir. Ben dış politikadan anlamam. Ali Sirmen, ameliyat olmasaydı da konuyu işleme olanağı bulsaydı, ondan okumak isterdim. Ali'nin bir an önce sağlığına kavuşmasını dilerim..
Duygu Aykal'ın ölümü unutulur gibi değil. Bu değerli sanatçıya yıllarca, operada iş verilmez, kızaklarda bekletilir. Ahmet Tan da yazdı; belki böyle onulmaz sayrılıklara düşmesinde, çektirilen acıların, sinir bozukluklarının payı vardı, kim bilir? Opera'da, sahneye konulan tabutu önünde saygı duruşu yapılıyor; sahneye çıkan kalabalıklar, sırayla geçiyorlardı. Saygı duruşuna geçenler arasında, yıllarca onu ezen, ona iş vermeyenler de vardı, iyi mi? Bant o sırada, Verdi’nin Nabukko Operası'ndan "Git ve Düşün" adlı koro parçasını çalıyordu. Duygu'yu, Sevgi'nin kardeşi olduğu için mi ezmek istemişlerdi? Şimdi asıl, geride kalanlar düşünmeliydiler.
Duygu Aykal’ın, Bilim ve Sanat'ın kasım sayısında çıkan bir konuşmasından parçalar aktarmıştım. Sevgi'nin ölümünden bir yıl sonra, 22 Kasım 1977'de anneleri Aliye Yenen, Sevgi için bir şiir yazmış. Duygusallıkla yazılmış bu ana hüznü şöyle bitiyormuş:
“- Kaldınız ya ortada / Ben kurtuldum, / Oh ya ... oh ya..."