Türkiye Dışardan Nasıl Görünüyor?

Londra'da Orhan Suda'yı gördüm. Oturup konuştum. Fransa'dan sonra İngiltere'ye geçmiş. Londra’da çalışıyor, yaşamını sürdürüyordu. Orhan Suda daha çok çevirileriyle tanınır Türkiye'de. 1951 tutuklamasına karışmış, hapis yatmıştır. Londra'da şimdi, büyük boy bir "Fransızca-Türkçe Sözlük" hazırlıyor. Sözlük, Türkiye'de bastırılacak. Orhan Suda geçmiş yıllarda "Tercüme Bürosu ”nda çalışmış, 1970'lerde, "Yeni Adımlar" dergisini çıkarmış, o yıllar ilk kez "Sabahattin Ali ödülü"nü koymuş aydın bir kişi. Ne yazık ki ansiklopedilerde, sözlüklerde adı yok.
Orhan Suda'ya, "Yurtdışından Türkiye nasıl görünüyor?" diye sordum. Şöyle başladı konuşmaya:
Tabii bu insanına göre değişebilir aslında. Bana kalırsa, dışardan daha duru, daha berrak görebiliyorsunuz. İçerdeyken, ister istemez olayların, çevrenin, koşulların etkisiyle, koşturmaca içindesiniz; sezinleseniz bile, tam aydınlığa çıkarmak vaktini bulamıyorsunuz. O olmuyor. Ve de çevre etkisiyle, genellikle yorumlamalarda, değerlendirmelerde bulunuyorsunuz. Dışına çıktığınız zaman o uzaklık size adeta bir dinginlik veriyor. Geçmişi, yaşanmakta olanı daha derinlemesine çok daha ayrıntılarıyla ele alabiliyorsunuz. Yine, başta da söylediğim gibi, bu kişiye göre değişir. Burada bulunan kişinin tutumuna, çalışmasına, anlayışına, amacına göre değişebilir. Burada, düşündüklerinizi daha fazla geliştirebilmek olanağınız var; çok açık bir gerçek, çünkü yurtdışında kültür olanakları sayılamayacak kadar çok. Ama bir şeyi hemen vurgulamak isterim, yani Fransa, İngiltere, benim yaşadığım yerler; özelliklerinin ve nimetlerinin yanı sıra, gelişen endüstri, insan ilişkilerini silip süpürüyor. Bizler daha sıcak insanlarız. Bizim merhabalaşmamız, bizim birbirimize sarılmamız, hal hatır sormamız, bizim insan sıcaklığımız buralarda yok. Buralarda insanlar çoğunlukla köpeklerle dost. O köpekler ki, eğer kameram olsaydı bir bir ortaya koyabilirdim; birbirlerine benzerler; yüzleri, kılları, bakışları, yürüyüşleri.. Köpekler, köpekliklerini unutmuşlar, havlamaz! Hiç, hiiiç! Sigortaları var, berberleri var...
İşsizlik sigortaları da var mı?
Vardır belki, bilmiyorum (gülüşmeler). Sadece Fransa'da bir yıl içinde köpeklere harcanan para, istatistik olarak 16 milyar franktır. 16 milyar frank, Fransa'nın Sanayi Bakanlığı bütçesinin iki katı. Ve de sabah erken saatlerde Fransa'da, özellikle 05.00'te filan pijamalı erkekler, gecelikli kadınlar o köpekçikleri işetmek için sokağa koşarlar. Cep köpekçikleri vardır, 250 gram gelirler; kocaman köpekler vardır; köpeklerin dokunulmazlığı vardır ve insanlar kendi yalnızlıklarını bu köpeklerle avuturlar.
Yurtdışında, dikkat ederseniz, teknolojinin de gelişmesiyle aslında konuşma diye bir şey pek bulamazsınız. Her şey işaretleşmeyledir; eskiden bir yol sorardınız, ' Yahu hemşerim, şuraya nereden gidilir?' diye.
Ben soruyorum!
Ama burada sormaya gerek yok. Çünkü işaretler, oklar size göstermekte. Gerçi bir yerde kolaylık, ama insanlarla hiç ilişkiniz yok; hep oklara bakıyorsunuz. Marketlere giriyorsunuz, konuşma yok; sadece alacağınız eşyaya bakıyorsunuz. Kasaya para veriyorsunuz. Her şey bilgisayarla görülüyor. Zaten vaktiniz yok; saat 05.00'te, 06.00’da işe gidiyorsunuz, akşam 19.00'da, 20.00'de dönüyorsunuz. Komşularla ilişkiler yok. böyle bir dünya; insan sıcaklığını arıyorsunuz. Ülkemizi, yurdumuzu çok seven bir insan olarak gerçekten özlüyoruz. Çok sevdiğimiz dostlar gelip gittikçe, hem dertleşmiş oluyor hem de özlem giderilmiş oluyor. Ama hepimizin yeri kendi yurdumuz, kendi insanlarımız...
Türkiye'de koşullar pek iyi değil, çok kişi kendini dışarı atıyor...
Dışarı atma olayı yanında, dışarı atılma olayı var Türkiye'de. Çoğu dışlanmış, dışarı atılmış durumda. Türkiye, artan nüfusu bu bozuk düzen içinde besleyemez duruma gelmiş; insanlarımız ister istemez geçim için yurtdışına gidiyor, işgücümüz, beyin gücümüz yurtdışına gidiyor. Zorunlu, çaresiz. Yurtdışında, hele başlangıçta ağır koşullarda kendine bir yer edinmeye çalışıyor.
Özlem dışında durum nedir?
Ben özlem derken, boğazda rakı içmeyi kastetmiyorum. Boğazda çok rakı içildi, çok rakı içtik. Yine de içeriz. Benim özlem dediğim şey, bizim insanlarımızın o insan sıcaklığıdır. Yurdumuz, geleniyle, gideniyle haraca kesilmiş, talan edilmeye çalışılmış bir ülke, buna karşın ayakta kalabiliyor. Her şeye karşın bu, sıcak insan sevgisine bir yönüyle dayandığı için kalabiliyor. Ama ne yazık ki ülkemiz iyi yönetilmiyor. İyi yönetilmedi. Ehliyetsiz ellerle yönetildi; emeğin değerini bilmeyen, emeği hiçe sayan insanlarca yönetilmekte. Yazarlarımız, aydınlarımız, eli kalem tutanlarımız hep mağdur durumda. İnsanlarımız düşünmeye başladıktan an, yaşamlarının her an için ellerinden gidebileceği bir ortamda yaşıyorlar. Bütün bunlara karşın, yurdumuzu yürekten seviyor ve özlüyoruz. Bunu dar, şoven, milliyetçi açıdan söylemiyorum. Bu, benim yüreğimde duyduğum bir durum.
Ne yaparsak yapalım, niteliklerimiz ne olursa olsun, yurtdışında bulunanların hemen hemen hepsi aslında birer yabancıdırlar. Bu yabancılığı söküp atamazlar. Söküp atılmaz. Ben ki, bulunduğum ülkede, yani Fransa'da, o ülkenin dilini, kültürünü bilen, onunla sarmaş dolaş olmuş bir insanım. Çok da dostlarım oldu; buna karşın ben bir yabancıydım o ülkede. Çevremin iyi olmasına, geniş olmasına karşın, onlar da benim bir yabancı olduğumu biliyorlardı. Bunu her an duyar, anlarsınız. Yani siz, geldiğiniz yere dönmek zorunda olan ya da dönemiyorsanız, bulunduğunuz yerde, esas geldiğiniz yer için çalışmak isteyen bir insansınız. Sizin esas niteliğiniz budur. Siz yirmi tane dil bilin, otuz tane marifetiniz olsun, fakat tüm bunlar, ancak kendi ülkeniz içindir. Kendi ülkenize yararı olur bunun, bütünüyle ve genelde; bunu böyle bilmek gerek. Belki çok zengin olabilirsiniz, yurtdışında çok geniş olanaklarınız olur, ama siz yabancı bir zenginsinizdir; yabancı bir köksünüz, bir İngiliz, bir Fransız, bir Alman olamazsınız...
Türk pasaportuyla yaşayamayanlar var. Siyasal sığınmacılar?
Onlar zaten bu genel kategorinin içindedirler. Bunlar tabii ki, siyasi oldukları için, çoğu aydın kişiler oldukları için, orada kişiliklerine yaraşır, o ülke içinde bazı haklardan yararlanmış olmalarına karşın, onlar da bu yabancılığı kendi içlerinde duyarlar, bükler. Onlar da zaten yurtdışına can atarak gelmiş insanlar değillerdir, koşulların zoruyla gelmişlerdir, hepsi de kendi ülkelerine dönmek isterler...
Yurtdışındaki çocuklar, dillerini unutuyorlar ya da öğrenemiyorlar. Bunda suç kimin?
Dil bir anlaşma aracıdır. Türkçe dillerin en güzellerinden biridir. Ama gelmiş geçmiş hükümetler bu dili yeterince tanıtma çabasında bulunmamışlardır. Yurtdışındaki çocukların çoğu bu ülkelerin dillerini bilmekte, ama Türkçe bilmemektedir. Bunda suç, doğrudan doğruya, benim kanıma göre ana babalarındır. Aydınlarımızın çoğu Türkiye ateşiyle yanıp tutuşurlar, ama çocuklarına Türkçe öğretmezler, bu çelişkidir Mustafa Ekmekçi!