Ömer Asım Aksoy'un, 25 kasım pazar günü Cumhuriyet'te yayımlanan “Anayasamız Özleştirmeye Yeşil Işık Yakmıştır” başlıklı güzel bir yazısı vardı. Ömer Asım Aksoy, yazısının başlarında şöyle diyordu:
"... Aşırılık, alışılmışın çok üstüne çıkma durumudur. Alışılmış şey iyi de olabilir, kötü de. Bizim vaktiyle alışmış olduğumuz yazı dilinin iyi olduğu savunulamaz. Bu dilin düzeltilmesi gerektiği yüzyıllar önceki kişisel birkaç çabayı hesaba katmasak bile yüz yirmi, yüz otuz yıl önce başlayarak, düşünürlerimiz ve bilim adamlarımızca sık sık üzerinde durulmuş bir konudur. Atatürk’e değin kesin başarı kazanılmamış olmasının büyük nedeni aşırılıktan kaçınılmış olmasıdır. Çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmayı amaçlayan Atatürk, geri kalmışlıktan kısa zamanda sıyrılabilmek için büyük atılımlar yapmak gerektiğini çok iyi bildiğinden her alanda, devrim dediğimiz aşırı eylemleri gerçekleştirmiştir. Örneğin Yazı Devrimi, akıllara durgunluk veren bir aşırılıktır. Dil Devrimi de bunun uzantısı olan aşırı bir eylemdir. Atatürk, Dil Devrimi ile "Nutuk'taki kendi dilini bile devirme yolunu açmıştır. Ne var ki insanlar alışkanlıklarının tutsağıdırlar. Bundan dolayı yeni sözcüklere karşı zaman zaman tepki gösterilmiştir. Şimdi anayasamızın bütün maddelerini dolduran yeni sözcükler, 1952’de "Yaşayan dilde yoktur" gerekçesi ile afaroz edilip, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu geri getirilmemiş miydi? Önerilen yeni sözcüklerin alınyazısını genel kullanım belirler. Yaşama gücü olmayanlar tutunamaz. “Tilcik”i de "ilginç"i de Ataç, ortaya attı. Toplum, birincisini beğenmedi ikincisini bağrına bastı. Birçoklarının sandığı gibi kötü öneriler dili bozamaz. Dil kendisini korur; ancak işine yarayan sözcükleri benimser. Öyleyse önerilen yeni sözcüklere hemen "aşırı" damgası basılmamalı, kesin yargı dile ve zamana bırakılmalıdır. Kaldı ki biz, bir yandan dilimizi ulusal olmayan öğelerin baskısından kurtararak özleştirmek, öte yandan çağdaş uygarlığın getirdiği yeni kavramlara karşılıklar bulmak zorunda olduğumuz için, başka dillerden daha çok yenileşme gereksemesi ile karşı karşıya bulunuyoruz Bu nedenle dil çabalanınız başka uluslarınkinden elbette daha yoğun olmalıdır..."
Ömer Asım Aksoy'un yazısı daha uzun elbette, hem de çok ilgi çekici incelemelerle örülmüş. Bir örnek: Anayasada geçen sözcükleri kullanın, diyen Başbakanlık genelgesinde "ilmi" sözcüğü geçmekte. Oysa anayasada "bilimsel" denmekte. Ömer Asım Aksoy, 1982 Anayasası'nda geçen öztürkçe sözcükleri, taramış bir bir bulup çıkarmış. Bir Başbakanlık genelgesinde de, TRT’nin yasakladığı sözcüklerin içinde de, anayasada geçenler var. Ne olacak şimdi?
Selçuk Bengü, Eyüp Savcılığı’ndan emekli oldu, şimdi İstanbul'da avukatlık yapıyor. Yirmi beş yıl önceden, başımdan geçen bir olay nedeniyle tanımıştım Selçuk Bengü’yü. Yıllardır çıkmadı usumdan bu iyi insan...
Geçenlerde bir mektup aldım Selçuk Bengü'den; birkaç konuyu birden işleyen bir mektup. Konuların içinde dil konusu da vardı. Tanığı olduğu bir olayı anlatıyordu, şöyle diyordu:
"Bu konuyu Kırklareli'nde savcı iken "Adalet" dergisinde basılan bir yazımda anlatmıştım. Sana da özetleyivereyim: Siyasal suçtan bir Arap, Kırklareli’ne gelmiş, sürgün cezası orada infaz ediliyordu. İlginç ve çok zeki biriydi. Şivesi bozuk, fakat Türkçesi noksansızdı.
"Türkçeyi nasıl öğrendin?" diye sordum...
Hangi Türkçe? Böyle bir lisan var mı ki? deyince kafam attı.
Kızma da izah edeyim! dedi ve anlattı:
"İlk sorgum yapılırken tercüman istedim: cezaevine dönerken bir lügat aldım; ikinci duruşmada tercümana gerek kalmadığını reise söyledim. Reis inanmadı. Ona da size söylediğim gibi, ‘Türkçe diye bir lisan yoktur, onun için çabuk öğrendim, isterseniz ispat edeyim' dedim. Ve başladım: 'reis', 'aza', 'muddeiumumu', 'kâtip', 'mübaşir', 'kanun’, 'madde', ‘fıkra', 'maznun', ’hukuk-u amme' Arapçadır. Etrafta gördüğüm 'salon'. 'daktilo' var, onlar da Fransızcadır. Geri kalan birkaç kelimeyi de ben idare ediyorum.."
Selçuk Bengü, şöyle bitirmiş mektubunu:
İşte kardeşim, dilimiz ve hele hukuk dilimiz. Şimdi, bir de aşure çıktı. Hoşça kal. Kıymetli zamanını aldım. Sevgi ve selamlar..."
Bugün Türk kadınının siyasal haklarını kazanışının 50. yılı kutlanıyor. Törenleri, uluslararası düzeyde yapılacak toplantılar izleyecek.
Burada göze çarpan bir eksikliğe değinmek istiyorum. Türkiye'de kadının yeri ile ilgili bir sürü araştırma yapmış, birçok sosyal bilimci var, bunların hiçbiri, üç gün sürecek büyük toplantıya çağrılmamış durumda, özetle, bu konuyu bilimsel olarak araştıranlar, bir ölçüde dışlanmışlar. Örneğin, Basın Yayın Yüksek Okulu'nda öğretim üyelerinden Aysel Aziz, o "Kırsal Kesimde Kadının Siyasallaşması"nı yazdı. Oya Tokgöz'ün kocaman tezi, "Kadının Siyasallaşması ve TV'nin Etkisi" idi. O da dışlanmış. İstanbul'da Boğaziçi Üniversitesi'nde Çiğdem Kâğıtçıbaşı, Binnaz Toprak, Ayşe Öncü, bunların meslek kadınları üzerinde, aile ilişkileri ile ilgili birçok araştırmaları var. İstanbul İktisat Fakültesi'nden Gülten Kazgan, Ankara'da Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde Oya Çiftçi, “Türk Toplamımda Kadın" yapıtının yazarı Nermin Abadan Unat, çağırılanlar arasında değil. Nermin Abadan'ın yapıtı İngilizceye çevrildi, şimdi Almancaya çevriliyor. Toplantılara çağrılanlar arasında Nermin Abadan da yok. Mübeccel Kıray da yok...
Bir yandan Türk Kadını şöyle oldu, böyle oldu, deriz de, bilimsel çalışma yapanları usumuza bile getirmeyiz. Neden acaba? Tek boyutlu toplantılar bir sonuç verir mi? Üzerinde durup, düşünmeye değer bir nokta...
5 Aralık 1984, Cumhuriyet