Taşucu’nda...

Taşucu’ndan ayrılırken, Boğsak’ta denize girdik, Ömer Sami Coşar’ın boğulduğu yerde. Ömer Sami Coşar'ın oturduğu balıkçı barınağının kapısı mühürlüydü. Pencereden baktım, içerde Ömer Sami Coşar'ın kitapları, kâğıt takılı daktilosu, masa üstünde açılmış, okunmadan kalmış kitaplar...
Gazeteci Ömer Sami Coşar, on bir yıl, bu balıkçı barınağında yaşadı. Bir akşam, elinde fenerle, balığa çıkan köylüleri uğurladıktan sonra, suya koyduğu sepetine balık gelip gelmediğini öğrenmek istedi, beş basamaklık merdiveni inip, denizden sepetini aldı almadı, oracığa düştü. Yüzükoyun düşmüştü, beş karışı bulan sudan yüzünü kaldıramadı. Boğulup öldü. Bilmiyordum, belki çok kimse bilmiyordu, Ömer Sami Coşar saralıymış. Sara nöbetleri, ansızın gelir, bilinç birden gidermiş. Eğer yüzüstü düşmemişse, biraz sonra kendiliğinden geçermiş. Ancak, yüzüstü düşerse, kuma bile düşse, başını kaldıramaz, boğulur ölürmüş. Arkadaşları anlatıyorlar, zaman zaman sara nöbeti gelirmiş Ömer Sami'nin, onlara "Beni yalnız bırakın, geçer şimdi" dermiş. O gece, yapayalnız olmasa, daha yaşayacaktı belki aramızda…
Bayramı Taşucu’nda geçirdik. Aslan Eyce'nin ayırttığı "Tezcan Motel”e yerleştik. Kalacağım yere giderken, kulağıma Ruhi Su’nun türküleri çalındı, uğradım, "Barış Dinlence Büfesi”nden geliyordu ses... Üstü sarmaşıklarla örtülmüş, kıyı yolunda, bir barınak, bir büfe. Abdullah Kolbaşı çalıştırıyor orayı. SEKA’da işçiymiş, ayrılma zorunda bırakılmış. Çok sıcakkanlı bir kişi, dilerim genişletir işlerini, yaz kış işleyecek bir işyeri durumuna getirir.
Kısa sürede dost olduk Kolbaşı'yla. Kimi okurlara da o haber vermiş, "Ekmekçi burada, aha Teczan Motel’de kalıyor" diye. Bir Cumhuriyet okuru:
O da bu yıl amma gezdi ha! demiş.
Gezip tozduğum yerleri, öyle geniş yazmasam mı, diye düşündüm. Öyle ya, fazla göze batmaya başladı. Oysa, bu yıl, bir Çınarcık Yalova, bir de Silifke Taşucu, toplasanız yirmi günü bulmuyor. Ancak, oncağızı bulamayanlar, dinlenemeyenler de var, yok mu?
Emekli Hava Albayı Abdurrahman Altoparlak la karşılaşıp tanıştım Susanoğlu'nda çadır kampında. Altoparlak, çoook üzüntülü günler geçirmişti. Damadı, İstanbul'da bir açlık grevinde ölmüş, kızı da içerdeydi.
Geçmiş olsun, başınız sağolsun efendim, dedim...
Ben, dedi, sizi çok başka düşünüyordum!
Nasıl yani, çok mu ufak tefek!
Hayır, ırikıyım biri diye...
İçimden gülümsedim. İlhan Selçuk da öyle, irikıyım filan değildir, ufak tefek ince yapılıdır. O da hastalanmıştı dinlencedeyken, Gökova dolaylarında. Apar topar İstanbul'a geldi, hastanelerde yattı, durumu iyi. Bakın, Oktay Akbal’la, Uğur Mumcu'nun kalıpları yerinde sayılır, pek ufak tefek değiller yani. Mehmed Kemal eh...
Taşucu, Silifke’nin iskelesi, sabah yürüyüşlerinde köye çıktım, köylüleri izledim. Keçisi, kapının önünde eşeği, köpeği. Bildiğimiz köy. Evlerin çoğunda, eski tarihsel kalıntılar, taşlar kullanılmış. İnsanları yumuşak, cana yakın gerçekte. Ancak, güvensiz. Yüzyıllar boyu, bir ortak çalışmaya, birlikteliğe alıştırılmamışlar ki. Yılmış iyicene. Selam verseniz, alıyorlar selamınızı kat kat. Konuşmaları, doğup büyüdüğüm "Hadim" köylülerinin konuşmalarına benziyor:
Endeeni beri getir (Elindekini beriye getir).
Evlerin önünde bahçelerde, narlar kızarmaya yüz tutmuş. Limonlar, portakallar yemyeşil daha. Limonlar sulu sulu.
Taşucu’nda tanıştıklarım, sitemler ettiler, gazeteci olarak:
Bellemişsiniz bir Bodrum, bir Marmaris, başka yere gitmezsiniz! Buralara da gelin. Buraları da duyurun. Kamuoyu, ülkenin böyle yerleri de olduğunu bilsin! diyorlar.
Yıllar önce Silifke'nin Tekir köyünde Atatürk ilk tarım kooperatifini kurmuş, adı "Atako". Sonra, o topraklar göçmenlere verilmiş, işletmeleri için. Atatürk onları, satılmaması koşuluyla verdiği için satamıyorlar, ancak varlıklılar kiralayabiliyorlar.
Turgut Bey, Almanya'lardayken, kardeşi Korkut Özal, Taşucu yakınında "Orhan Ağaçlı"nın bahçesinde dinlencedeydi. Annesi Hafiza Hanım da orada. Hacıishaklı köyüne dek uzanıp, söyleşmeliydim. Korkut Bey, denizden çıkmış, dinleniyormuş. Haber gönderdik, geldi. Uzun uzun konuştuk. Az sonra Hafıza Hanım geldi, arabaya binmiştik. Oradan konuştuk. Geç vakit ayrıldık...