Binali, Erzurum’un Şenkaya ilçesindendir. Benim arkadaşım. Zaman zaman uğrar, söyleşiriz. Felsefe öğretmeniyken, 12 Mart'ta görevinden ayrılma durumunda kaldı. "Yeni Ortam" da bir süre birlikte çalıştık. Sonra, yeniden öğretmenliğine döndü. Ardından 12 Eylül geldi Binali'nin yakasını bırakmadılar. İşkence üstüne işkence gördü. Yirmi yılı aşkın öğretmenliğinden emekli bile olamadı. Belki işçi emeklisi oldu. Çoluk çocuğuyla bir gecekonduda oturur. "Ankara Notları"nda onun anasının anlattıklarından, fıkralarından anımsarlar Binali'yi okurlar. Böyle gözü tok bir insan görmedim. Bir gün şu fıkrayı anlatmıştı:
Bir yoksulun çocuğu, varlıklının oğlunu dövmüş. Dövülen çocuk hem ağlıyor hem de;
Sen bize elbet sac istemeye gelirsin! dermiş. Yoksul çocuk karşılık vermiş:
Sacınızı ne yapayım, evde un yok! demiş.
Köylerde ekmek sac üzerinde pişirilir. Evde yoksa, olan komşudan istenir. Ama, evde un da yoksa, sacı ne yapacaksınız?
Çocukluğumda dinlerdim, evlerde ateş yakacak kibrit ne bulunmazdı. Komşudan ateş istemeye gidilirdi. Çıra bol, o ormandan sağlanabiliyor. Ama, kibrit öyle mi? Köylü kadınların ilçeye inip, yumurta karşılığında kibrit aldıklarını anımsarım. Komşudan ateş isteme, bir çeşit tarih saptaması gibidir. Doğum günleri bile buna benzer olaylarla saptanır. Kadınlar:
Aaa, derler, ben onun doğumunu biliyorum. Onlara ateş istemeye gitmiştim. O gün doğmuştu!
Ama, o hangi gündür, hangi aydır, onu ateş istemeye giden bilir!
12 Mart döneminde, Mamak’ta görüşme günlerinde, giriş kapısının karşısında özel arabalar sıralı. 12 Eylül’den sonra, örneğin belki de bir "dilekçe davası" gibi davaların sanıkları az biraz arabalıydılar. Öbür davaları izlemeye gelen dinleyicilerin ya da görüşmecilerin çoğunluğu gecekondulu, köylüydüler. Dev-Yol davasının bir duruşmasına gecekondulu bir kadın tanık olarak gelmişti. Yargıç tanıktan olayın günün hangi saatinde olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Kadın, "Bilmiyorum" diyordu. Yargıç yeniden sordu:
İyi düşün, ne zamandı, sabah yemeği sırasında mı, öğle yemeği sırasında mı?
Bilmiyorum, dedi kadın, biz bir öğün yemek yeriz.
Binali'nin anası, tüm Anadolu anaları gibi, deneyimleri dolu bir halk düşünürüdür de. Bir gün Binali’ye şöyle der:
Hay oğlum, okumuş değil misiniz, hepiniz aynısınız!
Halkta okumuşa karşı bir uzaktan bakış vardır. Bu oğlan, okuyacak, adam olacak da, bize bakacak mı bakalım? Yoksa kopup gidecek mı? Yarın urbalar giyip, kentli havasına girince, anasını, babasını beğenecek mi, beğenmeyecek mi? Halkın parasıyla okuyup yetişmiş nice kişilerin egemenlerden yana yaşam sürdürdüklerini görmedik mi? Görmüyor muyuz?
Şenkaya'yı görmedim. Binali çok över. Çok uyanık, bilinçli insanları varmış.
Sözü tek tümcede özetlemeyi severlermiş. Örneğin:
Hasılı kelâm, Kürt Müslüman değil vesselâm! derlermiş
Sözün özü sözün doğrusudur. Boşuna lâfı dolandırmaya filân gerek yok. İş olacağına varır, anlamına…
Ramazanda din sömürüsü yapanlar, halktan yana olamazlar "ibadet de, kabahat de gizli" derler. Tapınmayı açık açık yapmak için neredeyse yarışılıyor. Laiklik rafa kaldırılmış. İstanbul'da Sağmalcılar Lisesi’nde din bilgisi öğretmeni, oruç tutmayan öğrenciyi bütünlemeye bırakıyor. Balık baştan kokar, yöneticiler laik anlayış içinde olsalar öğretmen bunu yapabilir miydi?
Yoksul halkın inançlarını, dinsel duygularını gıdıklayıp, sömürmek, gerçek aydına yakışmaz.
Laik okullar, birer medreseye dönüştürülmek üzeredir. Bunu kimsenin tındığı yok. Birçok okulda, yöneticiliklere din dersi öğretmenlerinin getirilmelerindeki amaç ne olabilir? Gülşehir'de, sınıfta "müzik ruhun gıdasıdır" diyen öğrenciye, öğretmen çıkışır:
Hayır, der, sus! Ruhun gıdası dindir!
Kimi öğrenciler cuma günleri izinli sayılıp ders saatinde cuma namazına gönderilirler.
Öğrencilere, Şule Yüksel Şenler'in "Huzur Yolu" kitabını okumaları öğütlenir. Gülşehir'de tam bir gerici kadrolaşma sağlanmaya çalışılır Türkiye’nin çok yerinde gözlenen bu kadrolaşmalar, ülkeye yeni tuzakların habercisidir.
Okullarda, laik Atatürk ilkeleri değil, şeriat ilkeleri uygulanmak mı isteniyor?
Erzurum Atatürk Üniversitesi'nden bir öğrenci okur, Erzurum’da ramazanın nasıl geçtiğini anlatıyor. Şöyle diyor:
“…Erzurumda Atatürk Üniversitesi'nde öğrenciyim. Benim endişem, ne bir spor sahası, ne bir sinema, ne bir başka sosyal tesis. Bunların Erzurum’da olmamasına alıştım. Benim endişem, ramazan ayında Erzurum'un hali. Erzurum'da bu ayın yeri başkadır, demiştim. Evet Sahurdan iftara kadar Erzurum'da hiçbir şey yenmez, yedirilmez. Açık bir lokanta bulamazsın. Ya aç kalacaksın ya da oruç tutacaksın. Başka seçeneğin yoktur.
Üniversitedeki durum ise şöyledir: Laik bir ülkede, demokratik bir yönetimi olan ülkemizde, ilim-irfan yuvası olan, Ata'mızın adını alan Atatürk Üniversitesi'nde durum farklı değildir. Fakültelerde bulunan sadece çay ve simit alabildiğimiz kantinler, bir ay boyunca kapalıdır. Sabah kahvaltısı niyetine aldığımız simitler fakülte kapısına gelmez.
Öğretim elemanlarımız, sanki birbirleriyle sözleşmişçesine ‘Ramazan geliyor, hepiniz oruç tutacaksınız. Derslerinize şimdiden çalışmaya başlayın ki, oruçken zorluk çekmeyesiniz’ gibi sözlerle adeta, ‘oruç tutmayan geçemez’ demektedir. Nitekim de öyle olmaktadır.
Peki ya öğrenci yurtları?.. Durum farklı değildir. Yurtlarda, sahurdan sonra kapatılan yurt kantinleri iftarda açılır. Gün boyunca kapalıdır, satış yapılmaz. Oruç tutmayanlar, bir gün önceden aldıkları yiyecekleri depolarında saklar ve binbir güçlükle yerler, ya da aç kalırlar.
Yurt yöneticileri de bu duruma seyircidir ‘Oruç tutacaksın' parolası onlar için de geçerlidir.
Yurt kantinlerinden biri 13 mayısta açıldı. Çay ve yemek çıkardı. Oruç tutan öğrenciler, kantine baskın yapıp kantini kapattılar.
14 Mayıs, Atatürk Üniversitesi yemekhanesinin verdiği öğle yemeğini yiyen öğrencilere, bir grup oruçlu öğrenci saldırdı, kavga çıktı, baskına gelen öğrenciler dövülüp dışarı atıldı.
11 Mayısta, Üniversite kampüsünde sigara içen iki öğrenci, dört kişi tarafından yurtlara kadar kovalandı.
Ve daha birçok ufak tefek olaylar. Biz bu durumda ne yapalım? Sayın Cumhurbaşkanımızın bir konuşmasında dediği gibi, ‘Şeriatın kestiği parmak acımaz’ deyip olacaklara katlanalım mı, yoksa oruç mu tutalım?"
Yazımı bir fıkra ile bitirmek istiyorum:
Erzurum’da oruç yiyen adamları döven birisi varmış. Yine oruç tutmayan birini şikâyet ederler o adama. Verdiği yanıt ilginçtir:
Şu sigara bitsin de icabına bakarız!.. "
Ankara'da çeşitli kuruluşlarda ramazan boyunca, yemek yenen yerler kapatıldı. Kiminde "Onarım var" denildi. Eh, onarıma da kimse bir şey diyemez ya!
Geçenlerde Ramazan içinde Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı’na giden bir bayan öğretmene, orada bir tanıdığı:
Ne içersiniz? diye sordu Eh, "Ne içersiniz?" diye sorulduğuna göre, bir şey içilebileceğini sanan bayan öğretmen:
Bir çay rica deyim! dedi. Çay geldi. Sigarasını da yaktı. Ama karşıdan bir grup, bağıra çağıra söylenmeye başlamıştı:
Karıya bak, karıya! Çay içiyor, sigara içiyor yahu!
Bayan öğretmen sigarasını çay bardağında söndürdü. Bir yudum almış, almamıştı…
NOT: 19 haziran perşembe günkü Ankara Notları'nda Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu’nun “Son Posta” gazetesinde yazdığını yazmıştım. Son Posta değil “Son Telgraf” olacak. Ayrıca Fevzi Lütfü Diyarbakır'daki İstiklal Mahkemesi’ne değil Elazığ’daki İstiklal Mahkemesi’ne gider. Eski gazeteci ustalarımızdan Ertuğrul Şevket telefon edip uyardı. İlgisine teşekkür ederim. Aynı yazıda Mustafa Kemal'in Yakup Kadri’ye,
Hayır efendim, hayır, “Kadro" devam edecek… sözünden sonra bir cümlesi daha varmış… Leman Karaosmanoğlu yazı çıktıktan sonra anımsattı. O da şöyle:
Kadro, devam edecek, fakat yine bir muaddel (iki anlama gelebilen) yazı olursa o gençleri yuvarlak masaya çağırıp kendim onlarla konuşacağım.
22 Haziran 1986, Cumhuriyet