Bayram süresince Ankara nasıl da boştu; İstanbul da öyle olmalı Bir olanak bulabilen kendini deniz kıyısına atmıştı. Yollara bakan, sokağa çıkma yasağı ya da nüfus sayımı var sanırdı, öylesine boş, bomboş.
1970’li yılların başında bir ara "Yankı" dergisinde çalıştım. Yankı'nın sahibi Mehmet Ali Kışlalı bir gün;
—Sokağa çıkma yasağı var. Ben kendim için “sokağa çıkma yasağı kartı” alacağım, bir resim ver de sana da alayım, dedi.
—Sana vermezler, dedim.
—Niye vermesinler? Sen ver bir resim, gerisini bana bırak...
Resmi verdim, gitti, iki kartla geldi, çok sevinmiştim.
Aradan bir-iki gün geçti geçmedi, bir gün öğle saati mi ne Yankı'da oturmuş çalışıyoruz, tüm arkadaşlar orada, kapı açıldı, bir adam girdi, yanıma yaklaştı, bir zarf uzattı, açıp okudum, şöyle yazıyordu;
"Mustafa Ekmekçi'ye sokağa çıkma kartı yanlışlıkla verilmiştir, hemen geri alınması…”
Gelen görevliye:
—Ben zaten bir yanlışlık olduğunu anlamıştım, dedim, sessizce cebimden kartı çıkarıp verdim, arkadaşlarım ne olduğunu anlamadılar bile. Görevli kartı alıp gitti...
Olayı sonradan Kışlalı'ya anlattığımda çok şaştı, bir süre önce de Türk Haberler Ajansı'ndaki işimden ayrılmak zorunda kalmıştım, baskılar öylesine yoğundu. Bir gazeteci olarak, gece sokağa çıkamamanın acısını yıllarca yaşadım. Bir görevlinin dosyama yazdığı iki satırlık bir not, özgürlüklerimi engellemeye yetiyordu.
Sokakların boşluğu, o günleri anımsattı, ürperdim. Sokaklar boştu, ama sorunlar yerli yerinde duruyordu...
Evde oturdum, "Erkekçe”de Uğur Mumcu'yu, İbrahim Ural'ı, "Yarın" dergisinde "Süleyman Demirel'le konuşma"yı okudum. "Yarın" dergisi ölüm yıldönümünde Nazım'a koca bir sayfa ayırmış, anmış. Benzeri "ABC" dergisinde de vardı. "Yarın”da Haldun Yüce şöyle diyordu:
"Dünyanın çeşitli ülkelerinde adı okullara, hastanelere verilen, ölüm yıldönümlerinde adına haftalar düzenlenen, kendi ülkesinde yapıtları yıllarca yasaklanmış, hâlâ bir korkuyla anılan ve ne tuhaftır ki Türkiye denilince dünyada adı ilk akla gelen o büyük yasaklıdan mı söz etmeli? Elbette bütün bunlardan ve bunların her biri bir ömre değer coşkulu, hüzünlü binlerce ince ayrıntısından söz edilmeli, bu derinlemesine uzun araştırmalar gerektiren bir büyük bir kutlu iş kuşkusuz biz burada ölümünün 25 yılında ona ve okurlarına hasret yüklü bir selam, bir minnet duygusu, yalansız, çırılçıplak bir sevgi sunmak istedik yalnızca. Bir de yaşamındaki önemli tarihleri, olayları anımsatmak eksiğimiz, anmaya çalıştığımız dünyanın derinliği ve yüceliğindendir."
Ne demiş Nazım, 14 yıl yattığı hapishaneler için:
"Ufak iş bizimkisi / Asıl en kötüsü / Bilerek bilmeyerek / Hapishaneyi insanın kendi içinde taşıması..."
Birinci bayram günkü Hürriyet'te "Cumhurbaşkanı sezonu oruçlu açtı" başlığını görünce gazeteci olarak çok içerledim.
Basının kendi kendini denetlemesi için çalışmalar yapılıyor ya, yetkili olsam gazete sorumlularını bu başlıktan dolayı kınamak isterdim. Cumhurbaşkanı'nın oruçlu olup olmayışından kime ne? Bu laikliğe aykırı, bal gibi bir din sömürüsü değil de ne?
Ramazan boyunca din sömürüsü yapıldı Türkiye'de. Laikliğe aykırı davranışların örnekleri saymakla bitmez.
Basına düşen, toplumun inançlarını, duygularını gıcıklayıcı şeyleri sömürmek değil, toplumu uyarmaya çalışmaktır.
Prof. Halet Çambel'in kısa notuyla bir yazı fotokopisi tam bu sıralarda geldi. Halet Çambel şöyle diyordu:
“18.5.1986 günkü yazınızla ilişkisi nedeniyle yolluyorum Saygılar, selamlar."
O yazı “12 Eylül Sıcağı” başlıklıydı. "Türkçe ezan”la ilgiliydi. Prof. Halet Çambel'in babası Hasan Cemil Çambel, Falih Rıfkı Atay’a Türkçe ezanla ilgili bir mektup yazar. Bu mektup 9 Şubat 1949 günkü Ulus’ta çıkar Başlığı “Türkçe ezan ve tekbire dair”dir. Hasan Cemal Çambel şöyle der:
"Dünkü ‘Ulus'taki yazınızı okudum. Dediğiniz doğrudur, çünkü canlı şahitleri hâlâ bugün aramızda yaşamakta olan en yakın tarihimizin henüz unutulmamış bir sayfasının sadık ifadesidir.
Evet, ezanı ve tekbiri Türkçeleştiren başka hiç kimse değil, Atatürk'ün kendisidir. O, bunu Türk tarih ve dil inkılaplarıyla giriştiği derin emelli ve yüksek hedefi Türkçeleşme ve kültürleşme hareketinin milli bir zarureti saydığı için Hafız Saadettin, Hafız Kemal, Hafız Yaşar, Hafız Burhanettin ve arkadaşları gibi İstanbul'un en güzide yedi sanatkârından faydalanmayı düşünmüş ve Dr. Reşit Galip’i bu işe memur etmişti. Reşit Galip, İstanbul'dan ayrıldıktan sonra aynı vazifeyi bana verdi.
Haftanın mutad bir gününde bu sanatkârlar Dolmabahçe Sarayı'nda Türk Tarih Kurumu'nun küçük odasında gene toplandılar. Burada tekbiri koro halinde hep bir ağızdan Türkçe okumayı birkaç kere tecrübe ettikten sonra kendilerini hususi daireye Atatürk'ün nezdine götürdüm, fakat yolda muayede salonundan geçerken Türkçe tekbirin bu muhteşem kubbe altında nasıl bir tesir yapacağını denemek aklıma geldi. O saatlerde muayede salonunda gelip geçenlerin yolunu aydınlatmak için yalnız birkaç ampul yanardı ve heybetli bir loşluk vardı. Tekbiri bir kere daha hep bir ağızdan okumalarını rica ettim. Tesir harikulade oldu.
Önce ben girdim, Atatürk sofrada idi. Yanına yaklaşarak yalnız kendisinin işitebileceği yavaş bir sesle muayede salonu hikâyesini anlattım ve dışarda bekliyorlar dedim. Kendilerini sofrasına aldı ve iltifat etti. Bir saat kadar geçtikten sonra ‘Bu arkadaşlara sarayı gösterelim' dedi. Ayağa kalktı, muayede salonuna doğru yürüyordu.
Salona girince hiç beklemediğimiz bir sürprizle karşılaştık. Bütün avizeler yanmış, büyük salon en ihtişamlı manzarasını almış ve ortaya mükellef bir sofra kurulmuştu. Burada Atatürk'ün emriyle en güzel Türk sesleri, en güzel melodisini, en güzel Türk diliyle okudular.
Bu küçük, fakat manası büyük tarihi hadiseden sonra gelen kadir gecesinde aynı sanatkâr hafızlar Ayasofya Camisi’nde vazifelendirildiler. Atatürk bana, ‘Sen git, bulun, gördüklerini bana anlatırsın' emrim verdi.
Büyük mabet bu mukaddes gecenin ruhaniyeti içinde bir mahşeri andırıyordu. En sanatkâr hafızların iştirakiyle en ulvi mertebesini bulan teravi namazından sonra Türkçe tekbir, bu ilahı hava içinde, müezzin mahfelinden yükseldi ve mabedin huşu verici kubbesinde dalgalana dalgalana binbir akisle, ruhlara nüfuz etti. Türk halkı Allah'ın sesini kendi diliyle duymaktan gaşyolmuştu..."
12 Haziran 1986, Cumhuriyet