Sabahattin Eyüboğlu, "Güneşin doğuşunu imamlara bırakmamalıyız" dermiş. Pazar gecesi, saatler bir saat ileri alınınca, çok kişi alışamadı hemencecik sanırım. Kalkıp yürüyüşe çıktığımda, ortalık kapkaranlıktı. Başbakanlık Konutu'nun önünden geçerken baktım, alt katta, üst kata ışıklar var; "Hacı Turgut Bey’i uyku tutmamış mı ne?" diye geçirdim içimden, yürüdüm. Çankaya Köşkü de uykuda olmalı. Seymenler Parkı’ nı geçtim; gece yağmur çiselemiş, ortalık ıslak; çöpçüler, yollara dökülmüş, belediye başkan adaylarının afişlerini, Türkçesiyle "asılarını" süpürüyorlar. Çöpçüleri, kulübelerinde polisleri, nöbetçileri selamlıyorum geçerken; “Günaydın" diyorum. "Günaydın" diye karşılık veriyorlar, kimi 'Aleykümselam" diyor...
Kızılay’daki simitçi, daha gelip yerini almamış. Onunla 1983ten beri tanışıyoruz. İlk, 1983te sormuştum ona, "Oyunu nereye vereceksin?” diye. ‘ANAP'a vereceğim" demişti. 1984'te de ANAP'a verdi. 1987'de de. Bu kez bir hatta kadar önce yanından geçerken koşup geldi; iki eliyle elimi sıktı.
— Bu devir Özal'a vermeyeceğim artık! dedi Sen ne dersen, oraya vereceğim!
Ben ne karışırım, oy senin, sen karar vereceksin!
Peki, sen nereye vereceksin?
Ben oyumu SHP'ye vereceğim; Erdal Bey’e
Ben de ona vereceğim bu devir, dedi. "Devir" sözcüğünü, “kez" anlamına kullanıyordu; el sıkışıp ayrıldık...
Seçim ne güzel bir şey; Hacı Turgut Bey içinse ne kötü! İsmet Paşa, demokrasiye neden geçildiğini anlatırken:
~ Komşularımızda seçim üstüne seçim yapılırken, ben duvarlara batamazdım! der.
Komşularımızdaki seçimler de o zamanlar göstermeliktir; bunu o da biliyor. Yüzyılı aşkın bir demokrasi deneyimimiz var; seçim üstüne seçim yapmışız. Halk çoğunluğu aşmış, benimsemiş seçimi. Atamayı sevmiyor, seçimi seviyor. Yurtdışında, çeşitli ülkelerde çalışan yurttaşlarımızın en büyük sıkıntılarından biri, bulundukları ülkelerde oy haklarının olmayışı, seçme, seçilme hakları bulunmayışıydı. Geçen yıllarda, Belçika'da, Brüksel'de bulunduğum bir sıra, arkadaşım Doğan Özgüden'in, orada seçimlerde Türklerin oy kullanabilmeleri, oy haklarının tanınması için nasıl çırpındığına tanık olmuştum. Doğan;
Bizim yurttaşımız Türkiye'de seçime alışmıştır. Burada oy kullanmazsa olmaz, o içine dert olur diyordu. Seçim "olmazsa olmaz”dı...
Hacı Turgut Bey'e seçim dedin mi, düşüne giriyor. 12 Eylül sıcağında bir iktidara geldi, ya, ne yapsa etse de, gitmese. 1987'de seçim yasasını, öylesine değiştirdi. "Nasıl olsa benden yana" biçimine soktu. Yüzde 38 oyla yüzde 85 sandalyeyi elde etti mi? 1989 martındaki yerel seçimleri Eylül 88’de yapıp tereyağından kıl çeker gibi, iktidarına dayanak olan belediyeleri de kurtarmak istedi, i-ıh, işte bu olmadı. Halk çoğunluğu, yerel seçimlerin "zamanında" yapılmasını uygun görüyordu. Görünüşe göre iktidar seçimi öne almak istiyor, halk ise "hayır şimdi olmaz, daha sonra!" diye direniyordu. Bu "Dur bakalım ne olacak?" demekti. Her geçen gün, halk çoğunluğunun gözü biraz daha açıldı. Hacı Turgut Bey‘in, hiç, ama hiç güvenilir bir kişi olmadığını gördü. Yerel seçimlere giderken, bu seziliyordu. Hacı Turgut Bey de bunu biliyordu, bilmez olur mu? Seçimler gelip çatıyordu..
Demokrasiye hiç, ama hiç inanmadığı nasıl da belli oluyordu. Muhalefet, demokrasinin vazgeçilmez öğesi.
Ben muhalefet demesi, neyin nesi?
İktidardan düşer düşmez çekip gidecek mİ? Nereye mi?
Amerika'ya mı? Pembe Köşk'ün tam karşısına yapılan "helikopter alanı ne için ki? Uçağa kolayca yetişmek için mi?
Seçim öncesi, Kızılay'da tur atarken yuhalanması, içini iyice karartmış olmalı. TV’yi kullana kullana son güne gelmişti, önemli açıklamalar yapacağını söyleye söyleye, sözde heyecanları diri tutmak istiyordu. Herkes, "Son gün ne yapar eder, birkaç puan toplar" diyordu. O da tos çıktı. TV'de konuşma hazırlıkları yaptıran demiş olmalı:
Efendim, ellerinizi dua eder gibi açarsanız, iyi olur! Halk etkilenir. Bir de "Allah” deyin, tamam! "Oylarınızı anarşistlere vermeyin" dediniz mi bitti!
İşte, orada film de bitti. Filmin bittiğini Hacı Turgut Bey de biliyordu.
Tektaş'ın, Mustafa Kemal Ağaoğlu'nun dedeleri. Samet Ağaoğlu’nun babası, Ahmet Ağaoğlu'nun "Üç Medeniyet" adlı yapıtında, ilginç bir bölüm var Bir anı, şöyle anlatıyor Ahmet Ağaoğlu:
"Amcam Karabağ’da Araş nehri üzerinde bulunan evine gider. Nehrin öteki tarafında duran İran hanlarından birisi kendisini davet eder. Bu arada, o zaman veliaht ve sonradan şah olan Muzafferiddin, o taraflara av için gelir. Tabiatıyla bütün hanlar huzuruna koşarlar. Amcamı davet eden han da kendisini alır ve veliahtın huzuruna giderler. Av sonrası bir yerde dinlenirlerken, veliaht dürbününü utta doğru çevirir ve hemen hanlardan birini yanına çağını:
Şu dağın sırtında bir beyaz at var, atın sırtında da çok güzel bir halı, gel bak... der.
Han dürbünü alır, gösterilen yere doğru çevirir ve hemen:
Evet kurban olduğum, ne güzel halı, ne güzel halı! der.
Daha soma öbür hanlar da aynı surette davet edilir ve aynı
surette cevap verirler. Nihayet veliaht, kendisine evvelce takdim olunan amcama hitap ederek:
Ali Bey geliniz siz de görünüz... der
Amcam dürbünü alır, batar, batar, ne dağ görür, ne at ve ne de halı. Şaşırır. Dürbünü öteye beriye çevirir, gene bir şey göremez ve nihayet:
Kurban olduğum ben bir şey göremedim... der.
Veliaht kızar, başını çmirir ve amcama iltifat etmez. Bu olaydan sonra üzülen amcamı davet eden zat, veliaht gittikten sonra amcamı adeta azarlayan bir sesle şöyle der:
Ah Ali Bey, doğru söylemek için yer mi buldun? Zannediyor musun ki ben de, başkaları da dürbünle bir şey gördük? Biz görmediğimiz gibi, zaten veliaht kendi de hiçbir şey görmemişlerdi. görmüyordu. O bizi imtihan ediyordu. Kendisine ne kadar bağlı olduğumuzu, kendi gözü ile gördüğümüzü, kulağı ile işittiğimizi, kısaca kendimizden geçerek "o" olup olmadığımızı imtihan ediyordu... ("Üç Medeniyet”, Ahmet Ağaoğlu. Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı, Kültür Yayınları, Devlet Kitapları, İstanbul 1972, 1. basım, sayfa 127-128)
Ahmet Ağaoğlu'nun anlattığı olaydan alınacak ders: Yıllar yılı özaTdan çok Ozalcı kesilen yazarlara, çizerlere, onun oyununa ' gelen politikacılara sunulur...
28 Nisan 1989, Cumhuriyet