Sırça Köşk...

Önceki akşam, sosyal demokratların kuruluş kokteylindeydik. Kokteyllerde, kulisleri öğrenmeye çalışırız ya, herşeyin açık olduğu yerde neyin kulisini araştıracaksınız?.
Dedeman Oteli’nin havuz başı, yerli yabancı gazetecilerle tıklım tıklım. Kurucu üyelerin hemen-hemen tümü gelmişler. Gecenin yıldızlarından biri Erdal İnönü ise, öbürü de İsmail Gulgeç' ti. Gülgeç'le tanışmak isteyenden geçilmiyordu...
Sosyal Demokratların Yönetim Kurulu seçimleri ilginç olmuş .Önce bir öneri gelmiş:
- Yönelimde görev almak isteyenler adaylıklarını koysunlar da seçimleri öyle yapalım.
Erdal İnönü, bu öneriye karşı çıkmış:
- Zaten otuz yedi kişiyiz. Herkes de görev almak ister; en iyisi herkes adaymış gibi, seçim yapalım... demiş.
Cahit Talas’la Güler Tanyolaç, on dokuzar oy almışlar. Kura çekilmiş, sonunda Cahit Talaş seçilmiş. Seçim sonuçlarının bir özelliği de, iki eski parlamenterin Yönetim Kurulu'nun dışında kalmaları olmuş..
Bir arkadaş, Erdal İnönü'ye sordu:
- Metin Toker'in «Bizim Erdal» demesine ne diyorsunuz?
Erdal İnönü, ne desin?
—Söyleme özgürlüğü var! gibi bir yanıt verdi. Özgürlük güzel şey doğrusu!.
Metin Toker gelmemişti kokteyle, gelmemişti ama, onun da Hasan Pulur'un da kulakları çınlatılıp durdu..
Bu kez yazlık akları değil de, lacivertleri giymiştim. Gören gazeteciler:
- Geç kaldın, artık kurucu olamazsın! diyorlardı..
Öbür partilerin kuruluş kokteyllerine gidemedim. Bir, çağrılı değildim; haberim olmadı. Olsaydı giderdim. Kısa adıyla «SODEP»in kuruluşu sıcak başladı; içten bir hava içinde...
Gazeteci-yazar, olayların içinde, kendini unutamaz. Kendi gözlüğü ile bakar olaylara. Tüm bunlara karşın, yansız olmaya çalışmalı. Bu da bir gerçek.
Övgüler aldığım olur, doğrusu sevinirim. Ancak, eleştirilerden de ürkmem doğrusu. Her kişi, biraz sırça köşktür. Dışarıdan şatafatlı görünse de, bakarsınız bir fiskeyle tuzla buz oluverir.
Politikaya soyunanlar da, kendi özlerini saklamamak durumundadırlar.
Övgüyle, yergiye gelecektim ya; Mihneti’nin dizelerini aktarmak istedim. Satır arasında uyarılar var, şöyle diyor Aşık Mihneti:
«Bir de beriye dön Kara Mustafa / Gör ki. tanınmadık nice canlar var / Beğenmezsen eğer kaldır at rafa, / Çok kişide sezilmeyen yanlar var..
Doğdun çocukluğun geçti Konya'da. / Ak ile karayı seçtin Hanya'da / Sonsuzluk içinde koca dünyada, / Yüzyıllara sığmayacak anlar var...
Ne yanıltır ne de kuyu kazarsın, / Ne uydurur ne de yalan düzersin, gerçekleri açık-açık yazarsın, / Konu etmediğin yine zanlar var...
Neye el attınsa aldın götürdün, / Tarafsızca baktın dile getirdin, / Mihneti der, birçok işler bitirdin, / Hakkı ödenmeyen daha kanlar var...»
Geleyim yergiye, o da dost uyarısı. Bir cezaevinden geliyor. İki imzalı, ama biri yazmış arkadaşı da, görüşe katıldığı için imzalamış. Görüşlerini açıklıyor, adlarını saklı tutuyorum. Mektup şöyle:
«Sayın Ekmekçi,
25 Mayıs 1983 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'ni okurken, sıra sizin köşenize de geldi.» Ye, ekmek ye!» Yazınızın ilk paragraflarında öfkem tepeme çıktı. Ve kendi kendime:
- Ekmekçi’nin yaptığı yanlışlıklar çizgi haline geldi. Ekmekçi’yi bir okur olarak uyarmalıyım, dedim...
Sayın Ekmekçi, köşenizde sürekli olarak okuru ilgilendirmeyen, okura göre saçma sapan gelecek şeyler anlatıyorsunuz. Yok efendim, ‘Kız kardeşimin gününde misafirler benim İsmet Paşa'yla birlikte resmimi görünce; «Ay! Bu sizin kardeşiniz mi?» demişlermiş. Yok efendim, «Filan kokteyle giderken, protokola uymayıp beyaz yazlıklarını giymişmiş; yok efendim sabah kalktığında Aldıkaçtı’yla karşılaşmış da, Aldıkaçtı.» Ekmekçi, gel seni şehre kadar arabamla götüreyim» demişmiş. Ve bugünkü «Ye ekmek ye!» yazınızda da, «babamın fırınının yanında Hancı Mahmut Ağa dükkânı vardır» deyip, köşenizin yarısını bunu aktararak doldurmuşsunuz...
Bir Cumhuriyet okuru olarak beni, sizin kokteyllerde giydiğiniz elbisenin kışlık mı, yazlık mı olduğu, siyah mı, beyaz mı olduğu hiç ama hiç ilgilendirmiyor. Bir başka okuyucuyu da İlgilendireceğini sanmıyorum. Bütün bunları yazmaya çok meraklıysanız, günce tutarsınız, sonra da güncelerinizi toplar, kitap olarak bastırırsınız. Çok merak eden de kitabınızı alır, okur. Cumhuriyet Gazetesi gibi ciddi bir gazetede, bu tür hafiflikler yapmanız sizin gibi bir yazara hiç yakışmıyor. Okurun sizden beklentilerini size hatırlatmaya gerek görmüyorum. Bir daha bu tür hafiflikler yapıp da okuyucuyu öfkelendirmeyeceğinize, okurun kafasındaki sorulara ışık tutacak ciddi yazılar yazacağınıza inanıyorum.
Size övgü düzen mektupları köşenizde yayınlıyorsunuz. Yazar dürüstlüğünün ve sorumluluğunun gereği olarak, bu mektubu da köşenizde yayınlamanızı istiyorum. Saygılarımla.»

06.06.1983
Ozanın Yüzüç Günü...
Bir kadının dokuz çocuğu varmış. Sormuşlar:
- Bu kadar çocuğu niye yapıyorsun?
- Yüzüm yumuşak, karşılığını vermiş...
Sabahleyin, baktım bir genç yolda simit yiyerek gidiyor. Sordum:
- Simidi nereden aldın?
Durdu. Neredeyse simidinin yarısını verecekti, gülümsüyordu ..
- Şu sokağın başında gidiyor. Biraz çabuk giderseniz yetişirsiniz. Arkasından bağırdınız mı döner gelir...
Öyle hoşlandım ki davranışından. Genç, unutup gittiğimiz incelikle keyifliydi. O sırada simidini paylaşıyormuş gibi bir duygu içindeydi...
Adımlarımı sıklaştırdım: simitçi sokağın öbür başını tutmuştu. Bağırdım:
- Simitçiii!
Döndü, baktı. Durdu. Anladı ki, ben gelmeyeceğim. El etmemi bekledi. .
Öykücü Osman Şahin, bir buçuk yıllık hapis cezasını çekmek için Şile Cezaevine girdi. Somut Dergisi, şöyle yazıyor son sayısında-.
«1978 yılında bir gazetenin sanat ve edebiyat sayfasında Kopo adlı romanı eleştiren bir yazısı nedeniyle Türk Ceza Yasası’nın 142/1—6 ve 313/1—3 maddelerinden yargılanan Osman Şahin İstanbul Toplu Basın Asliye Ceza Mahkemesince 22 Ocak 1982 tarihinde bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırılmış, aynı ceza Yargıtay'ın 4. Ceza Mahkemesince 27 ocak 1982 tarihinde bir buçuk kitabı «Acı Duman»  Cem Yayınları tarafından yayınlandı. Bilindiği gibi yazarın daha önce, «Acente Mirza», “Kırmızı Yel” (1970 TRT öykü büyük ödülü), «Ağız içinde Dil Gibi» (1980 Nevzat Üstün öykü ödülü) adlı yapıtları yayımlanmıştı.
Şile Cezaevi’ ne girerken yazmış mektubunu Osman Şahin; şöyle diyor:
«Size çok dar bir zamanda bu mektuba yazıyorum. Önümde birkaç saatim  kaldı. En sonunda Şile Cezaevi’ni seçtim. Bu arada beşinci kitabım «Acı Duman» çıktı. Fırından çıkmış bir ekmek gibi henüz buğusu üstünde. Hemen size ve dostlarıma gönderiyorum. Beğeneceğinizi umarım. En büyük isteğim hapse girmeden önce kitabımın çıkmasıydı. Sonunda doğum oldu. Oğlumun emaneti size ait. Ellerinizden öperler.
«Acı Duman» da son öykü, “Beyaz öküz” Erden Kıral tarafından Almanlarla ortak yapım olarak filme alınıyor. Böylece bu benim yedinci filmim oluyor.
Şile Cezaevi’nde de bir kitap  yazıp çıkacağımı sanıyorum. Size oradan da sesleneceğimi umuyorum..
Ozan Hasan Hüseyin’le ilgili, bir de güzel şiir yazıp gönderen Memet Güzel, mektubunda şöyle demiş.
«Merhaba Ekmekçi usta..
Size daha güzel koşullarda, daha başka bir konuda merhaba diyebilmeyi çok isterdim.
Anladığınız gibi yazıtımın konusu; usta ozan Hasan Hüseyin. Size yalnızca ekteki şiiri yollamayı düşünüyordum ama, bir iki şeyi daha yazmam gerektiğine inandım.
Hasan Hüseyin, ölüm karşısında, o güzel silah yaşam tutkusunu kuşanıp kavga verirken, bazı kişi ve çevreler, o’na şimdiden öldü gözüyle bakıyor gibi geliyor bana... Bu yazdıklarımda ikircim içinde görünmesem, siz bile bazı kanıtlar ileri sürmem gerektiğini söyleyeceksiniz. Bunların kanıtı: Benim ustayı seven bazı dostların , belki de sizin bile önsezilerimiz. Enver Gökçe’yi siz benden çok daha iyi tanıyor ; yaşamını , ölümünü , ölümünden sonra söylenen , yapılan şeyleri daha iyi biliyorsunuz.
Henüz ustanın yaşam kavgası sürerken, yaşama umudu hala varken, ondan umut kesenlerin inadına o’nun iyileşeceğine değin inancımı sizle paylaşmak, biraz buruk da olsa güzel bir mutluluk, umudum güçleniyor. Belki garip bir duygu ama, Hasan Hüseyin’in iyileşeceğine , ne kadar çok kişi inanırsa o kadar çabuk iyileşecek gibi geliyor bana.
Cumhuriyet’te, sizin yazdıklarınız için «fazla umutlu , böyle bir hastalıktan bir insanın kurtulabilmesi mucize olur» diyorlar.
Siz söyleyin Ekmekçi usta; Hasan Hüseyin’in 1927’den bu güne kadar gelebilmesi mucize değil de nedir?
Hasan Hüseyin hastanede dün yüz üç günü doldurdu. Yüz üç gündür yaşam savaşı sürmekte...
Düzeltme: 4 Haziran 1983 günlü , “Nadir Nadi usta” başlıklı “Ankara Notları”nda , Aziz Nesin’in dizelerinin ilki : “Bilirsiniz sözümde hep durmuşumdur , duracağım.” Olacaktı. Sözcük durmamışımdır diye çıkmış. Yanlışlık, telekste ya da dizgicide değil bendedir. Düzeltir, Aziz Nesin’den, okurlardan özür dilerim.