Şevket Süreyya’nın 100. Yılı! (2)

21 Yıl Önce, Çöküşü Gören Yazar...

25 Mart 1976’da aramızdan ayrılan Şevket Süreyya Aydemir, ölümünden üç gün önce Cumhuriyet’te yayımlanan yazısında, "Hastalık nerede" diye soruyor, kendi sorusuna yanıt arıyordu. Ben araya girmeden sözü Şevket Süreyya Bey'e bırakayım en iyisi. Şöyle diyor:

Ama biz gene, bu uyanışta da en büyük görev gene kendilerine düşen aydınlara dönelim. Ama bütün ufuktan, kendilerini içine kapandıkları kör duvardan ibaret olan demagoglara değil de, ülkeyi de ‘bir sert kaya üzerinden' bakar gibi, bütün boyutları ile gören gerçek aydınlara seslenelim. Ve soralım:

- Ülkemizi gittikçe saran, gittikçe çıkmazlara sürükleyen bu duygusuzluk, bu inkâr, bu sorumsuzluk ve güçsüzlük, daha iyi yanalar için bir doğum ağrısı mıdır? Yoksa, bir tükeniş mi?.. Sanıyoruz ki cevap, göğüslen par- çalarcasına haykıran bir 'Tükeniş!' olacaktır.

O halde ve evvela, başta şu partiler denilen, ama bir türlü parti olamayan, yalanı ve yalancılık ithamlarını hem de devlet yayın cihazlarından, günlük, resmi edebiyat haline getiren değersiz tahrik merkezlenme gerçek hüviyetlerini millete açıklamalıdır. Siyaset gibi ekonomiyi de kumar masası oyunları haline getiren bütün cihazları ve sorumlu organları, milletin önünde, mutlaka teraziye koymalıdır. Hem de tarihi bir görev olarak. İşte şimdi aydınların, ihmal kabul etmez görevi budur. Ama bu kadar mı? Hayır' Hastalık artık toplumun yapısındadır. Bu konuyu her vesile ile ele alacağız. Şimdi başka bir konuyu hatırlatalım.

Gene bu sütunlarda ve daha 1971, yani şu ne idiği hâlâ tartışılan ve onu yapanların da üzerinde anlaşamayıp, hâlâ birbirlerini tartakladıkları ‘12 Mart darbe, müdahale veya uyarı'sı günlerinde, üniversiteler üzerinde durmuştuk. 'Oralarda olup biten şeyler, daha verimli günlere bir doğum ağrısı mı' konusunu işlemiştik. Bu yazımız vesilesi ile ve Sayın Prof. Muvaffak Seyhan, 3 Aralık 1971 tarihli Milliyette şunları yazıyordu:

'Sayın Şevket Süreyya Aydemirin, bir süre önce Cumhuriyette Doğum Sancılan Çeken Üniversite adlı çok değerli bir yazısı çıkmıştı. Demek ki üniversitenin kuruluşundan 40 seneye yakın bir zaman geçmesine rağmen, bu doğum, hâlâ bir türlü mümkün olmamıştır.'

Evet Sayın Profesör, nazik ilginizi çeken o zamanki sorunu, eğer bugün uygularsak, üniversitelerimizdeki sancılan, artık sadece bir doğuma ulaşamamış olarak da değil, hatta sözün bütün anlamı ile, düpedüz bir çöküş, bir tükeniş olarak vasıflandırmakla, ancak gerçeği dile getirmiş oluruz. Evet, doğum ağrıları değil, bir tükeniş! Hem de yalnız, üniversitelerimizde mi? Hayır! Hemen bütün milli yaşam alanlarımızda.

Oysa öte yandan, bizim her mihnetten başka, şimdi bir de bu tükenişe tahammülümüz yoktur. Hemen her vesile ile tekrarladığımız gibi, biz artık, son topraklar üstünde son Türkleriz. Gerçi kendimize güvenimiz ve bir felaket karşısında, kanımızın son damlasına kadar direneceğimiz sloganlarımızı gene de yitirmeyelim. Ama şunu da biliyoruz ki, değil dünyanın süper devletleri, hatta daha arka planlarda gelen ve hemen hemen hiçbir uluslararası davamızda, bize bazen tek oy bile vermeyen daha arka plandaki devletler arasında bile, hem iç yapımızla, hem moral dayanaklarımız, hem de ekonomimiz, hem silahlarımızla, milletçe, daha pek çok düzenlemelere muhtacız.. Önemli zaaflar içinde bulunuyoruz. Yarın dünyanın alın yazımıza neler yazdığını ise oldukça belirgin olarak seçmek, o kadar zor olmasa gerek. Bir ülke ki, ihracatı, ithalatının üçte birine iner; ihracat geliri de, tümüyle sadece, petrol ve türevleriyle, araba, lastik, yedek araba parçalarına gider; bir ülke ki, son yayımlandığı gibi 375.000 işadamı, aylık gelirlerini, ortalama 833 liradan az gösterirlerse, bir ülke ki daha 1922 yılı Meclis açılmasında Atatürk'ün vaat ettiği, ilan etliği toprak reformu, 54 yıl sonra bile onun emaneti devrettiği çocuklarının elinde gerçekleşemez, ağaların bıyık altından güldükleri bir alay konusu olarak sürüklenir. Ve televizyonda ilan edildiği gibi, bu yıl artık hükmü sona erecek olan kamulaştırmadan, bütün Urla ilinde, ancak 161 aileye o da takıntılı bir toprak sadakası halinde bir şeyler düşer. Kısacası, bir ülke ki, üniversitelerinde dersler okunmaz, sokaklarda gençler güpegündüz vurulur, ama katiller bulunmaz. Devletin hakkı ve malı ise, Yağma Haşan in böreği gibi yenir, içilir, paylaşılır, o zaman, o ülkede çöküntüyü ve tükenişi görmezlikten gelirsek, devlete suikastta bulunmuş oluruz.

Kısacası bize, yeni insanların, hamiyetli ve aydın insanların, gerçek aydınların, laf ebeliği değil, bir yeniden düzenlemeyi sağlayacakları, bir yeniden doğuş, yeniden uyanış ve milletçe bir kendini buluş lazım. Bu kendim buluş, ya başarılır, ya başarılamaz. Ama ruhu ve davranışlar ile bozulmuş politikacının tekelinden, bu ülkenin artık kurtarılması şarttır. Yoksa politika, demagoji halinde sürer gider, ekonomi spekülasyon halinde sürdürülür ve soygunlarla doymayan yağmacı, bu defa da devlet işletmelerine, devlet çiftliklerine göz diker ve ülkeyi haraç- mezat kendi tapularına katmak isterse, üniversiteler kapanır, üniversiteler hâlâ belirsiz katiller tarafından kurşunlanırsa, bu tükeniş, ne yazık ki kaçınılmaz bataklıklara varır ve oralarda, milli varlıkla beraber, milli haysiyet de ne yazık ki, kaçınılmaz bataklıklara varır ve oralarda, milli varlıkla beraber, milli haysiyet de, ne yazık ki, erir gider.

Şevket Süreyya Aydemir’in, yüzüncü yılını kutlamak için, aktardığım bu gerçekçi yazısını özetlemedim. Kimi okurlar, arkadaşlar, yazıyı olduğu gibi vermemi istiyorlardı, öyle yaptım. Koca Şevket Süreyya Bey. daha çok anılacak, yapıtları elden ele dolaşacak, okunacaktır. Onu biliyorum. Şevket Süreyya Bey in ölümünden üç gün önce çıkan yazısı yayımlandı bitti, ama 100. yılı daha bitmedi!