Şevket Süreyya’nın 100. Yılı! (1)

Ankara'da üç gün süren. “Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlarıma Konferansı," kanımca çok güzel geçti. Konferansa katılan Avrupalı aydınların bildirileri, heyecan vericiydi. Bildirilerden kimilerini zaman zaman okurlara sunmayı düşünüyorum. Kanımca, en çok yüz kişinin izleyebildiği bu toplantılara tüm Türkiye izlemeliydi. Üzgöreçler, basın da bu konuda görevlerini yapmadılar.

“Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı"ndan son gün haberim oldu. Konferans başlarken verilecek bir akşam yemeğine çağrılıyordum.

-  Yemekte kimler var diye sordum.

Adları sayılanların hiçbiri yemekte yoktu. Bir politikacının yemeği olsa koşup giderler mıydı? Aziz Nesin'in savunmanı, arkadaşı Veli Devecioğlu’na haber verdim, yemekte o da vardı.

“Toplantı güzel geçti" dedim ya, işler bir çeşit ha babam yöntemiyle düzenlenmişti. 30 Haziran 1995'te, Aziz Nesin, İstanbul'da bu tasarısına ilişkin basın toplantısını yaparken toplantıda bulunan üç-beş gazeteciden biri de bendim. Bana ne çağrı gelmiş, ne bir şey istenmişti. Belki de:

- Onu geçelim, şimdi gelirse domuz etinden filan söz eder, ortalık karışır, nemize gerek demişlerdir ne bileyim!

Bildiri sunanlar arasında, Server Tanilli’nin adını göremeyince şaştım da kaldım. Sordum soruşturdum, meğer “unutulmuş ” iyi mi? 12 Eylül karanlığında, Avrupa'da “aydınlanma girişimini" başlatan O’dur. Aziz Nesin sağ olsaydı, bunlar olmazdı... Yazarlar Sendikası Başkanı Ataol Behramoğlu, kendisinin çağrılmadığını söylüyordu. Pen Yazarlar Demeği Başkanı Şükran Kurdakul da yoktu. Pen Yazarlar Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Sezer Duru, kendi olanakları ile gelmiş, eleştirilerini düzenleyicilere söylemişti.

Çankaya'dan S.D.’nin gelmesine bel bağlanması da yanlıştı. Kafasında, İslam Konferansı olan S.D., niye gelsindi? Onun yerine, köktendinciliğe karşı ilk savaşımı başlatan Mustafa Kemal Atatürk'ün gömütüne giderek bir çiçek koymak daha uygun düşmez miydi?

Şevket Süreyya Aydemir’in doğumunun yüzüncü yılı bu yıl. 1897'de doğmuş, ayı günü belli değil. Haşan Ali Yücel de olduğu gibi yıl sonuna dek Şevket Süreyya Bey’i anımsayacağız demektir. Bugün 25 mart. Onun 21 yıl önce, 1976'da aramızdan ayrıldığı, ölümsüzlüğe ulaştığı gün.

Şevket Süreyya Aydemir in ölümünden üç gün önce 22 Mart 1976’da Cumhuriyet’te, karamsar bir yazısı çıktı. Şevket Süreyya, bu yazısında günümüzü, bugünlere gelişi anlatıyor sanki sezgisiyle. Yazının başlığı “Olmak Ya da Olmamak." Şöyle diyor.

Kötümserlik, yenilgi demektir. Fakat memleketimizin gidişatı üzerinde kötümser olmasak bile, bu sütunları tedirginliklerle yazıyoruz. Kuşkulu, üzgün, hatta ciddi sarsıntılar içindeyiz.

Çünkü Türkiye 'de artık her şey, en son hızıyla her alanda, bir son hesaplaşmaya doğru sürükleniyor. Bu hesaplaşma; o alanlarda, bir olumluluk veya olumsuzluk arasındaki sonuç hesabıdır. Yani bu alanlarda zaman, olumlu bir gelişme içinde midir, yoksa ülkemizde, zamanın akışı içinde, sağduyunun ve ümidin yenilgisi, değerlerin iflası, çağa ayak uydurmanın gücünü yitirişi ve müesseselerin itibarsızlaşması mı bu sonuç hesabına damgasını vuracaktır? Şimdi Türkiye'nin kader tayin edici sorunu budur. Hatta buna ’var olmamak sorunu' da diyebiliriz.

Bunun böyle olduğunu düşünmek, tartmak ve bu problemi ortaya atmak ise parlamentonun, hükümetin, ülkemizin varlığı için ant içenlerin, kısacası, milli gidişatımıza yön tayin edenlerin olduğu kadar ve belki de onlardan ziyade, aydınların, artık ön planda gelen, aydınca ve cesur görevidir. Çünkü bir ülkede aydın susarsa, orada artık macera adamı dile gelir ve demagog, milletin sözcüsüymüş gibi konuşur. Aydınların bu görevinin, tam ve uygar bir cesaretle yerine getirilmesi, yanı bizi, hem içimizde başsa, güvensiz, hem dışarıda yalnız ve itibarsız bırakan sorumsuzlukların, sahteliklerin ve kendi kendimizi aldatışın; bütün tehlikeleriyle ortaya serilişi için ise sanıyorum ki artık kaybedilecek tek dakikamız bile yoktur.

Çünkü bugün memleketimizde, kavramlar öyle karışmış, akımlar öyle soysuzlaşmış ve adına politika denilen sefaletle, politikacı denilen şaşırmış insanlar öylesine birbirlerine girmiş, öylesine itibarsızlaşmışlardır kı bu durumu hatta 'Bizans'ın son günleri'ne benzeten kalem sahiplen bile görülmüştür. Biz bu benzetişe katılmıyoruz. Çünkü Bizans'ın son günleri, gerçi sokağın harekete geldiği ve devlet otoritesinin bir tür iflas ettiği günleriydi. Ama o günlerde, yanı devlet sorumluluğunun yerini, sorumsuzluğun, kavgaların aldığı o günlerde hem de güçlü bir imparator görünen Justinyanus saltanatında alevlenen maviler-yeşiller kavgasında (İsa'dan sonra 170. yıl) ve yalnız bir günde, İstanbul Hipodromu'nda (Sultan Ahmet Meydanı) 30.000 kişi can verdi (Nika isyanı). O gün orada, yalnız kan ve kılıç konuştu. Ve sokak kavgası, sokağın, meydanın sınırlarını aştı. Sebep neydi? Sebep basitli: Sadece bir kavram karışıklığı!..

Gerçi bugün Türkiye'de söz, birçok olaylarda, artık sorumsuz güçlerin gibidir. Ve kavgaların üzerlerinde, her türlü sorumluluk duygusundan yoksun, birtakım hasta ruhların estirdiği bayraklar dalgalanır. Cehalet ve çağdışı ihtiraslar, sanki ideallermiş gibi kutsallaştırılmak istenir. Ama son güvencemiz olarak gene bir millet var. Bu millet, kendi içinde coşan bütün sosyal çelişkileri, tarihinden aldığı o sağduyu uyanış ve direnişi ile bütün sorumsuz güçlere karşı eğer haykırabilirse?..

(Şevket Süreyya Aydemirin, ölümünden üç gün önce yayımlanan yazısının kalan bölümünü, özetle de olsa perşembe günü yayımlayacağım. ME).