Sevgiyle adalet...

1950’lerin sonuna doğru, "Ulus”ta "Yurt Köşelerinden" başlığıyla çıkan yazılardan birinde. "Sevgi Sanlı’ya saygıyla" demiştim... Sevgi Sanlı da. Ulus'ta yazıyordu. Bir yazısını çok sevmiştim... O nedenle yazının başında kulağını çınlatmak istemiştim. Bir arkadaşım sordu:
— Sevgi Sanlı'yı tanıyor musun?
— Yoooo, tanımıyorum. Yazılarını okuyorum!
— Kardeşim insan tanımadığı kişiye. özellikle kadına "sevgiyle saygıyla'' diye yazar mı? Ya kocası okur da, kadını boşamaya kalkarsa...
Yıllar sonra Ankara'da Sevgi Sanlı’yla tanıştık Kendisine bu olayı anlattım. Sevgi, kocasından boşanmıştı. Yanımızdakilere:
— Çocuklar biliyor musunuz, benim boşanmama Ekmekçi neden oldu! demez mi? Herkes kahkahadan kırılıyordu...
Metin Eloğlu, bir gün Sevgi Sanlı'ya demiş ki:
— Sevgi'ciğim, son şiirimde senin adın geçiyor!
Sevgi de bunu Adalet Ağaoğlu'na söylemiş. Adalet de şu karşılığı vermiş:
— Ah kardeşim, şiirlerde senin, miting alanlarında benim adım geçer?
Adalet Ağaoğlu'yla Halim. İstanbul'a taşındılar. Yazdıkları kartta, her gün bir ev değiştirdiklerini, böylece Hopa'ya dek gideceklerini söylüyorlar. Adalet gibi. Sevgi Soysal’ı da sonra sonra tanıdım. Onu da anmadan geçebilir miyim?
Paris'teki, Ermeni teröristlerinin yargılanmaları olayına "Ankara Notları"nda şimdiye değin ilişemedim. Konu, Ankara'da Türk kamuoyunda saçaklanınca, bir süreden beri üzerinde durup, kurcaladığım yeni şeyleri, okurlara aktarmak istedim. Kurcaladığım konu, adaletti. Bir gazeteci, yazar kanımca, bir yargıç titizliğiyle çalışmalıdır. Yani, "adil" olmalıdır. Adalet, demek istediğim, yalnız yargıçların, mahkemelerin işi değildir. Herkeste bir adelet duygusu vardır. Taksi şoföründe vardır, poliste vardır, yöneticide vardır, sokaktaki adamda vardır. Bir hukukçumuz, şöyle yazıyor:
"... Sokaktaki kavgaya tanık olan biri, çokluk yasaca tanımlanan suçun esprisine uygun bir yargılama yürütür. Üstelik kimi zaman bunu, hayranlık verici bir ustalıkla yapar. Suçun kurucu öğelerini ve söz gelimi, haksız kışkırtma, özsavunma (meşru müdafaa), zorunluk durumu vb. hukuksal deyimleri bilmeyebilir... Ama, vicdanının sesi onu, hukukçununkinden pek de uzak düşmeyen, bir mantığa ulaştırır. Hatta bu mantık sağlamdır çoğu kez. İlk bakışta şaşırtıcı görünen bu olgu, doğuştan adalet duygusuna sahip olan ve onu yaşamı boyunca geliştiren insan için olağandır. Ona sahip bulunmak için hukukçu olmak zorunlu değildir, insan olmak yeter. Hukukçuya gelince, o, belli bir ülkede geçerli olan mevzuatın bir uzmanı, bir teknisyenidir. Buna karşılık adalet duygusu daha çok içgüdüseldir. Yabancı öğeler, işe karışmadığı sürece de doğal ve evrenseldir. Bu nedenledir ki, kimi zaman insan, yaşamını bile ortaya koyarak haksızlığa karşı içgüdüsel olarak baş kaldırır..."
Bizde bulunmayan bir uygulama, "yargıçlık kurulu" dün sistemi, hukukçulara göre, halkın adalete, adalet dağıtımına katılmasını sağlar. Hukukçumuz bunun için, "halkın adalet duygusunu yansıtan ve çok ağır cezaları hafifleten kurumlardır bu jüriler. O nedenle, düşünür Seneca ‘halkın sesi, hakkın sesi’ derken haklıdır..." der.
Duruşmaya başkanlık eden Paris Cinayet Mahkemesi Başkanı Guy Floch’a sözü getirebilirim burada. Bir kez bizim gazetelerin "ağır ceza mahkemesi" biçimindeki deyişleri doğru değil. Ağır ceza mahkemesi değil, "cinayet mahkemesi" denilmesi gerekir. Bu mahkemeler, sadece öldürme ve öldürme girişimi davalarına bakarlar da, onun için bu adı almışlardır. Bizde, "cinayet mahkemesi" diye bir mahkeme olmadığı için, arkadaşlar, öyle demeyi daha uygun bulmuşlar demek...
1879'da benimsenip 1926'da kaldırılan "Mecelle"de 1792'nci maddede yargıç şöyle tanımlanıyor:
"Hâkim, hakim, fehim müstakim ve emin, mekîn, metin olmalıdır." Bir hukukçu, bunu kendince Türkçeleştirerek, cebine koymuş. Şöyle:
"Yargıç nezaketle dinlemeli, akıllıca karşılık vermeli, yumuşaklıkla incelemeli ve yansız karar vermeli..." (Bunlar, "mecelle"deki Osmanlıca sözcüklerin tamı tamına karşılığı olmayabilir, ancak özü bu.)
Tüm bunları anlattıktan sonra, Fransa'daki hukuk sisteminin, adalet dağıtımının nasıl yapıldığının da anlatılması gerekir aslında. Fransa'da ölüm cezası Mitterrand'ın iş başına gelmesinden sonra kalktı, ölüm cezası yok; buna karşılık en ağır ceza "müebbet" dediğimiz ölesiye hapis cezası. Fransız Ceza Yasası’nın 304’üncü maddesinin üçüncü fıkrası, adam öldürme suçlusunun yaşam boyu hapis cezasına çarptırılacağını belirtir Ermeni teröristler de ilk adımda ölesiye hapis cezasına çarptırılmışlardır. Ancak, yargıca yasa bu cezayı indirme yetkisi tanıyor. Kaç yıla dek? Üç yıla hatta, iki yıla dek. Guy Floch, iki teröriste de yedişer yıl veriyor. Ölesiye hapis cezasını yedi yıla indiriyor.
Yargıç, bu indirimi hangi gerekçeyle yaptığını açıklamak durumunda da değil... Yargıtay da, yargıcın bu değerlendirmesine karışamıyor. Bir hukukçumuz gazetelerde çıkan demecinde, "gerekçeyi görmemekle birlikte" gibi bir söz kullandı. Gerekçe yok ki ortada, görecek. Bilmiyor demek o da. Çok kişi bilmeden, araştırmadan konuşarak Türk kamuoyunu yanıltıyorlar demek...
Edindiğim bilgiye göre, Fransa gibi ülkelerde hapis cezası vermek çok güç. Özgürlüğün değerinden mi gemiyor ne? "Şartlı salıverme" olayını da, orası için iyi incelemek gerek. Bizdeki şartlı salıverme, neredeyse bir "hak" haline gelmiştir. Orada bir "hak" değil, bir "lütuf" olarak düşünülmüş, bir yıllık cezalarda da "şartlı salıverme " işlemiyor. Türkiye'de ise bu üç gündür, sistemlerimiz değişik efendim. Hüküm giyen Ermeniler'in şartlı salıvermeden yararlanacaklarını kim biliyor?
Bu mahkemelerin işleyişi, yargıçlar kurulu (jüri) üzerinde uzun uzun durmak gerek gerçekte. Belki bir başka "Ankara Notları"nın konusu olur bunlar. Ancak, sistemleri iyice incelemeden, uluorta saldırılarda bulunmak doğru olmasa gerek. Paris'te olsaydım, yargıç Guy Floch'la konuşmak isterdim. Belki konuşmayacaktı:
— Ben böyle değerlendirdim! diyecekti.
Bir şey daha var: Çok kişi, mahkemenin yedi günde bitirilişine şaştı kaldı. Uygulamaları öyle, Orada, soruşturma, sorgu uzun sürüyor, yıllarca. Bizde, yargılamanın içine sorgu da alınmış durumda. Değişik. Fransa'da sorgu işlemi çok derinlemesine yapılır. Gizlidir de. Napolyon şöyle demiş:
— Benden daha güçlü adamlar var, Fransa'da sorgu yargıçları...
Mahkemeler, bizde olduğu gibi, orada da bağımsızdır. Kimse karışamaz. Bir mahkeme kararı ile ilgili olarak, bir ulusu, bir halkı karşıya almak yanlıştır. Cengiz Çandar'ın haberlerinde okudum. Fransa gazetelerde, duruşma sırasında da, karardan sonra da yorumlar çıktı. Onlarda durum, bizden birazcık ayrı. Onlar, duruşma sürerken de teknik yorumlar yapabiliyorlar. Bizde, dava sürerken, yorum yapmak, davayı etkileyici yayın yapmak yasayla yasaktır.
Bizim TRT'nin hiç mi danışmanı yok, o yorumları yapar, saldırıları yayımlarken, danışmanlarına Fransa'da bu işlerin nasıl yapıldığını soramazlar mıydı TRT yetkilileri?
Haksız, insafsız Ermeni terörünün önlenmesi hiç de güç değildi. Zaman, boşa giderildi. Amerika'da Ermeni öç Anıtı dikilirken, ses çıkarılmadı. Hasan Esat Işık, Paris'te büyükelçiliği bırakıp geldiğinde kös dinlendi. "Aman, idare et!" dendi. Gerekli önlemler zamanında alınsa, dünya kamuoyu zamanında bilgili kılınsaydı, diplomatlarımızın canlarını yitirmelerine de, bağırıp çağırmamıza da gerek kalmazdı.
Basını da uyarmak isliyorum; Basının, gazetecilerin, yazarların görevi, ülkeler arasında düşmanlık körüklemek değildir. Bizim bir ağırbaşlılığımız vardı sanıyorum. Neden onu da başkalarına kaptırıyoruz?