Sevgi...

Bir «Ankara Notları»nda, çocukluğumda dayılarımın nasıl kız kaçırdıklarını yazmıştım. O yıllar, kızı kaçırarak evlenmek moda gibi bir şey. Oğlan yoksul, elde avuçta yoksa ne yapsın, gibisine kız kaçırmalar hoş görülürdü de..

Bazı köylerde kaçırmadan evlenen yok gibiydi. Bazılarına haber de salınır, kaçırma danışıklı olurdu..

Kız kaçırma yasalara göre suç olduğundan, delikanlı gözetime alınırken kız da duruşma gününe değin bir komşu evine -çokluk bizim eve- getirilir, konurdu. Okuldan eve geldiğimde, ayaklarında kocaman ayakkabıları, kunduraları olan minicik bir kızı, köşeye büzülmüş oturur görürdüm..

Babam, kızı kaçıran delikanlıya karakolda dayak atılmaması için jandarma komutanına ricaya giderdi..

Ama, bütün kız kaçırmaların sonunda tatlıya bağlandığını sanıyorum.

Babam da anamı kaçırmış..

Evde, o zamanlar radyo, televizyon da yok, bizimle eğlenirlerdi Ağabeyim babama ciddi ciddi sorardı:

— Baba Mustafa'ya Yüzbaşı Sait Bey'in kızını ne zaman kaçıracaktık?

— Bilmem, sen ne diyorsun?

— Ben diyorum ki en iyisi sabaha karşı kaçıralım. Mustafa benim ayakucuma yatsın. Ben erken uyanırım. Ayağımın topuğuyla Mustafa'nın kafasına vurdum mu, o da uyanır Zaman yitirmemiş oluruz!

Yaşım da ya beş ya da altı. Ağabeyimin önerisi, gece yarısı onun ayakucuna, açığa kıvrılıp yatmağa hazırlanmam anamı kızdırırdı:

— Eğlenmeyin şu çocukla.. Derdi. Bana da:

— Kalk git, yat oğlum yatağına. Bunlar seninle eğleniyorlar Yüzbaşının kızının kaçırılacağı falan yok! Babamın ağabeyimin yüzlerine bakıyorum. Yooo, hiç de öyle dalga gecen bir halleri yok gibi..

Ağabeyimin ayakucunda sabahlamanın do bir yararı olmadı. O, kendi kendine söyleniyordu sabahleyin:

— Hay allah, uyanamamışım! Artık yarın sabah erken uyanmağa çalışırım..

Bir türlü erken uyanamazdı...

Babamın dükkanı, karakolun yakınındaydı. Bir akşam bir dayak seyrettiğimi anımsıyorum Gecenin bir yarısı, karakolun qözetimevinde yani nezarethanesinde, iki sanık vardı. Sanıklara dayak atılmıyordu gerçekte. Sanıklar birbirlerini dövüyorlardı..

— Haydi bakalım, başlayın!

Bir köylü delikanlısı karşıdan geldi, öbürünün yüzüne bir tokat attı. Sıra öbüründeydi, Öteki biraz yavaşça vurdu. Yavaş vuran uyarılıyordu. Biri sert vurunca, yumuşak vuran da bir başka kez sertleşiyordu ister istemez..

Biz dışarıdan seyrediyorduk. Ağlamağa başladım. İçimde eziyete karşı tepki ilk kez o zaman mı uyandı, bilmiyorum..

Babam da çok döverdi. Ona göre, eğitimdi dayak. Vurduğu yerde gül filan bittiği yoktu. Anamın bir fiske bile vurduğunu anımsamam!

Ama yine de babamdan yana çıkardı:

— Babalar hem döver hem sever, derdi!.. Gücenmememi isterdi. Şimdi düşünüyorum da hiçbirine kırılmadım.

Bugün de geçmiş dönemde olaylara karışmış gençleri düşünüyorum da «onları kazanabiliriz.» diyorum. Kazanmak zorundayız da. Bunu sağlamanın yolu, düşünceyi suç olmaktan, uygarca tartışmayı suç olmaktan çıkarmaktan geçer. Türkiye, böyle günleri görmüştür de. Yine görecektir..

Prof. Rasim Adasal, 1999 yılında bir ruhbilim toplantısında şöyle demişti:

«...Bir üniversite hocası olarak açıkça belirteyim, bundan 15-20 yıl önce şizofrenlerde sıklıkla «komünist kompleks» görüyorduk. Gençler, korku içinde geliyor, «Bana komünist diyecekler» endişesini ifade ediyorlardı. Bugün pek görmüyoruz. Sebebi artık sol yayınlar bol. Solculuk, sosyalist olmak serbest. Gazete, radyo ve televizyonda birçok ülkelerdeki akımlar kolaylıkla bizde de yankı buluyor...»

Silaha sarılmamak, sorunları uygarca tartışmak koşuluyla, bizim gençlerimiz de Batı'daki' örnekleri gibi yetişebilir, yetiştirilebilir..

Geçmişten hemen herkesin alacağı, çıkaracağı dersler de var.

Bir İngiliz sözü var:

— Ayakkabı bağlarından çekip, kendini havaya kaldırma olanağı yoktur.. Derler.

Toplumun yarını olacak gençlere de, sevgiyle yaklaşmalıyız...