Şeriat Nasıl Önlenebilir? (2) Başörtüsü, Siyasal Propaganda!

Prof. Sina Akşin, TÜBİTAK salonunu dolduranların kulak kesildikleri konuşmasını sürdürdü, şöyle dedi:

Böyle bir girişten sonra, iki nokta üzerinde durmak isti­yorum. Tabii, Atatürkçülük engin bir deniz, burdan hepsini birden anlatmak büsbütün zor. Diyorum ki, bu Atatürk dö­nemine, bir isim, bir ad takacağız. Çünkü, tarihin büyük dö­nemlerine adlar sonradan takılıyor. Rönesansa, ‘Rönesans’ adı sonradan verilmiştir. Rönesansın içindeyken insanlar:

- Ah, biz şimdi Rönesansı yaşıyoruz! demediler.

Sonradan verildi bu ad. Biliyorsunuz, 'Lale Devri’ne, Lale Devri denmesi, bu yüzyılın başında, Ahmet Refik o adı tak­mıştır. Ve tutmuştur. Çünkü, Lale Devri’ne kimse 'Üçün­cü Ahmet Devri’ demiyor. Onun gibi Atatürk dönemine de bir ad takmak üzere olduğumuzu hissediyorum ve bu konu­da örneğin Prof. Suat Sinanoğlu’nun ‘Türk Hümanizması' diye kitabı çıktı 1980 yılında; bu kitap çıktığı zaman fazla dikkati çekmedi, ama çok önemli bir kitap. Atatürk'ü ‘Türk humanizmasının başlatıcısı' olarak sunuyor. Ondan sonra, 1983‘te, Eczacıbaşı’nın çıkardığı 'Bilimin Işığında Atatürk' kitabında Prof. Macit Gökberk, Atatürk döneminin ‘Aydın­lanma dönemi’ olduğunu söyledi. Galiba, Atatürk dönemine yeni bir ad takılacak: ‘Türkiye'nin Aydınlanma Dönemi.’

Böyle bir ada doğru gidiyoruz. Çünkü gerçekten, bu bir aydınlanma çabasıdır. Atatürk dönemi, bir aydınlanma ça­basıdır ve bunun karşısında ortaçağ vardır. Bunun karşısın­da düpedüz, bal gibi, dayalğı ile, kadınları horlamasıyla, dog­matik yobazlığıyla bir ortaçağ. Bu edebiyat falan değil, bu bir gerçek. Yani okullardaki dayak olaylarının maalesef ge­nellikle, din hocalarından çıkması bir tesadüf sayılamaz. Çün­kü, ortaçağ kafasına göre, şeriat kafasına göre, dayak bir zulüm değildir, bir terbiye, eğitim aracıdır. Pedagojik bir yön­temdir, onun için cami mekteplerinde, mahalle mekteplerin­de falaka orda, duvarda asılıdır, onun için kızılcık sopası var­dır, yani tebeşir gibi, silgi gibi bir eğitim aracı. Onun için or­taçağ adamı dayak atarken karısına, çocuğuna falan, 'iyilik yapıyorum’ diye dayak atıyor. Halbuki, günümüzün adamı da­yak attığı zaman, zulüm olsun diye, kötülük yapayım diye da­yak atıyor. Ortaçağ adamı iftihar ediyor dayağı ile. ‘Terbiye veriyorum, edep veriyorum, ne güzel!' diyor. Bunları aşmak zorundayız. Bunun için çok çok fırın ekmek lazım. Yani, bu toplumun, bu Türkiyemiz'in, bu halkımızın, bu fokurdayan ka­zanın çok çok fırın ekmek yemesi gerekir. Çok çok savaşı­ma, mücadeleye hazır olmak gerekiyor.

Atatürk devriminin belki en önemli bir yönü, bence devrimin kültüre verdiği önemdir. Kimileri sanıyorlar ki, bilgisayar kullanmakla, son model otomobillere, uçaklara binmekle çağdaş insan olunabilir. Halbuki bu böyle değil. Arap şeyhlikleri bize gösteriyor ki, bir laboratuvar deneyiminin zengin­liği ve ikna edici gücüyle bize gösteriyor ki, en son model bil­gisayarlar kullanabilirsiniz, en son alet edevatı kullanabilir­siniz, çölde tarım yapabilirsiniz, ama yedinci yüzyılın sosyal yaşamım da yaşayabilirsiniz. Suudi Arabistan'da 1960’lara değin köle, kölelik vardı. Pazara gidip domates alır gibi, kö­le satın alabiliyordunuz. 1960'lara değin kızlara hiçbir eğitim verilmiyordu. Oysa bizde birçokları sanıyorlar ki, işte son model bilgisayarlar, fabrikalar, yollar, barajlar, tamam. Bu iş oldu! Adam olduk, çağdaş olduk. İş, öyle değil. Bu şeyhlik­ler gösteriyor ki, son model bilgisayarlarla yedinci yüzyıl ya­şamı yaşanabiliyor. Tabii bu, ortaçağın en belirgin özellikle­rinden bir tanesi, kadına karşı davranışı, tutumu. Kadını yarı insan veyahut da insanımsı bir varlık olarak kabul ediyor. Boşuna değil. İşte, dört kadınla evlenmek, işte iki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedel. Mirasta yarı hisse. Bes­belli kadın, dörtte bir ile yarım arasında dolaşan bir insanlık derecesine oturtuluyor.

Ve bu, bu şeriata özgü değil. Bu, İslam ortaçağına özgü bir durum değil, Avrupa ortaçağında da papazlar oturur, ‘Kadınların ruhu var mı, yok mu?' diye tartışırlarmış. Ve biraz akıl­lı (uslu bir kadın oldu mu, 'Herhalde şeytan bunun içine gir­di!' diye yakıyorlar, 'cadı' diye yakıyorlar, akıllı kadını cadı di­ye yakıyorlar. Çünkü kadın, işte öylesine bir mahluk! Ruhu var mı, yok mu belli değil. Cennete gider mi, gitmez mi, hat­ta cehenneme de gideceği belli olmayan bir yaratık. Bu tipik ortaçağ. Ve bütün ortaçağlar böyle. Ve kadına yapılan mu­amele de, o laboratuvarda yapılan turnusol kağıdı deneyi gi­bi, hemen ortaçağı belli ediyor. Ve şeriatın son tahlildeki he­defi kadındır!

Kadını mutfağa kapatmak, kadını eve kapatmak. Eee, bak­mayın, şimdi nümayiş (göz boyama) olsun diye, başörtülü kız­lar üniversiteye gidiyor; bu tamamen siyasi bir harekettir, yani bir propaganda aletidir ama, temelde kadının eve kapatılmasıdır, soğan doğraması, yemek pişirmesi, çocuklara bakması… Budur. Tabii, hemen belirtelim, böyle bir Türkiye, kadının eve kapatıldığı bir Türkiye, asla adam olamaz! Yani, dünyada herhangi bir iddiası olabilecek bir ülke olamaz. Çünkü, kadının eve kapatılması demek, nüfusun yüzde ellisini eve kapatıyorsunuz demektir. Bununla nasıl bir kalkınma, nasıl bir gelişme sağlanabilir ki? Nüfusun yarısı devre dışı bırakılıyor. Üstelik anneler de cahil olacak, dolayısıyla o, ‘kıymetli’ oğ­lan çoukları da, bilmem 5000 kelime bilen anneler tarafın­dan yetiştirilmek yerine, 500 kelime ancak konuşabilen an­neler tarafından yetiştirilecek. Oysa, eğitimin en önemli halkası annenin verdiği dildir. Konuştuğumuz dil, anadilidir, baba dili değil. Çünkü dilimizi, o en entelektüel aracımızı annelerimizden öğreniyoruz. Annelerimiz 500 sözcükle konuşu­yorsa, alacağımız o en önemli bilgi o kadardır!

Türkiye'de kadını devreden çıkarmak, Türkiye'nin üçüncü sınıf bir ülke olmaya mahkum edilmesidir...

Mühendis mimarlar yürüyor! 19 kasım cumartesi günü, mühendis mimarlar insanca bir yaşam için yürüyüşe geçiyor­lar. Çıkış yeri Sıhhiye köprüsü, saat 11.00’de. Toplantı Tandoğanda.