Serçenin Öyküsü...

Geçen hafta pazartesi günü, 7 nisanda İstanbul'da Kadıköy 2. Asliye Ceza Mahkemesinde, duruşmamız vardı. Tercüman Gazetesi yazan Ergün Göze’nin, "Ankara Notları'nda çıkan yazılar nedeniyle, Cumhuriyet ile benim aleyhime açtığı kişisel ceza davasının duruşması. Konusu da, Ergun Göze'nin, 1980’lerden sonra, Diyanet Vakfı ile “İslam Ansiklopedisi” hazırlamak için yaptığı girişimler. Göze ile savunmanı, bu yazılarda kendisini küçük düşürdüğümüzü ileri sürüyorlar, ben ise bunun "Basının kendi kendisini denetlemesi” olduğunu savunuyordum. Göze'nin, aynı konuda açtığı hukuk davasında, İstanbul 7. Asliye Hukuk Mahkemesi, bizi 1 milyon lira tazminata mahkûm etmiş, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, mahkemenin bu kararını, 1 milyonu fazla bularak bozmuştu.
Geçen duruşmada bulunan savunmanımız Orhan Apaydın, bu duruşmamızda yoktu. O ölmüştü, öbür savunmanlarımız Gülçin Çaylıgil ile Öznur Gündoğdu, savunman olarak duruşmaya girdiler. Ergun Göze gelmemişti, savunmanı vardı. Orhan Apaydın'ın eşi, Gürsel Apaydın, dinleyici sırasından duruşmayı izledi.
Yargıç Levent Ardahan, Başbakanlıktan gelen belgelere bir diyeceğimiz olup olmadığını sorduktan sonra, dosyayı bilirkişiye göndereceğini açıkladı. Duruşmayı bir başka güne bıraktı.
Durşmamızın arkasından Ergun Göze'nin Oktay Akbal aleyhine açtığı davanın duruşmasına geçildi. O daha kısa sürdü. Yargıç Levent Ardahan onu da, dosyayı bilirkişiye göndererek erteledi.
Duruşmadan çıktık. Vapurda Gürsel Apaydın, Bilim ve Sanat dergisinde Ataol Behramoğlu'nun Orhan Apaydın'la ilgili yazısını okuyordu. Orhan Apaydın yaşasaydı, İstanbul Barosu Başkanı olsaydı, Bursa toplantısı “iptal” edilir miydi hiç, diye düşündüm...
Karşıya geçtik, Karaköy’e. Gülçin Çaylıgil:
Şimdi, dünyanın en küçük metrosuna bineceğiz... dedi. Tünelde metroya binip, yukarı çıktık.
Ben onları ağırlayacağım yerde, savunmanlarım ağırlıyorlardı; Gülçin Hanım’la, Öznur Hanım, “Şimdi Çatı'ya gidip Ekmekçi’ye bir öğle yemeği yedirelim..." diyorlardı. Çatı, Ankara'nın Mülkiyeliler Birliği gibi bir yer; çok kişinin buluşma yeri. Oktay Akbal, A. Arad, Galip Üstün masayı kurmuşlar çoktan. Bizi de buyur ettiler. Oturduk. Sonra, savunman Fikret İkiz, Bilgesu Erenus, Yalçın Küçük, Müştak Erenus da geldiler. İstanbul da o hafta “film” haftasıydı. Bilet bulabilenler, çağrılı olanlar sinemadan sinemaya koşuyorlardı.
Filmler Ankara'ya da gelir mi acaba? diye düşünüyordum.
Duruşmaya gelmiştim, ertesi gün Ankara'ya dönecektim. Cumhuriyete uğradım. Herkes arı gibi çalışıyordu. İlhan Selçuk’un odası kalabalık, Aziz Nesin ile okurları oturmuşlar; Nadir Nadi’yle, Ali Sirmen’le, Sami Karaören’le, Okay Gönensin’le, Ali Acar’la, Emine Uşaklıgil’le, Füsun Özbilgen'le, Hasan Cemal’le ayaküstü konuşma. Hasan Cemal’in “12 Eylül Günlüğü" kitabı, güzel yankılar yaptı.
Salı akşamı yola çıkacağım Ankara'ya, akşama dek ne yapayım? Sıkılırdım İstanbul'da, Ahmet İsvan arabasıyla boğazı gezdirmese. Rumelikavağı'na dek uzandık. Kireçburnu’nda Şet’te balık yedik.
Uçakla Ankara'ya dönerken havaalanında, Vedat Dalokay’ı görmeyeyim mi? O Pakistan'dan dönüyormuş. İkimiz de sevindik. Ona soracaklarım vardı. Anlattım; "Böyle böyle... Başbakan Turgut Bey, Teknik Üniversiteliler gecesinde Nasrettin Hoca fıkrası anlattığında, yanına gidip konuşmuşsunuz, ne konuştun?"
Vedat Bey, o “Ankara Notları" yayımlandığında Pakistan’daymış, okuyamamış. 1 nisan günü çıkmıştı yazı. “Fıkralarla Olaylar...” başlıklıydı. Girişi şöyleydi:
"Cuma gönü Büyük Ankara Oteli’nde, İstanbul Teknik Üniversiteliler Birliği’nin geleneksel toplantısında Başbakan Turgut Bey de vardı. Bir ara mikrofona o da geldi, mühendislere:
Sizleri neşelendirmek için ben de bir fıkra anlatayım, dedi, şöyle konuştu:
1960 yazında Başbakanlık Müsteşarıyken, Paris’e kredi bulmaya gitmiştim. OECD'nin borç verme grubuyla toplantılar yapıyordum. Bir yandan da borçların ertelenmesini konuşuyorduk. Para grubunun başkanı bir ara sordu:
Bay Özal, dedi, Hem borçlusunuz hem yeni borç istiyorsunuz. Bunları nasıl ödeyeceksiniz?
Size, dedim, bir Nasrettin Hoca fıkrası anlatayım, fıkrayı anlatırsam hoşlarına gideceğini düşündüm; başladım anlatmaya: Nasrettin Hoca, yol kıyısına çalılar dikiyormuş; ‘Hocam, bunlar ne?' diye sormuşlar. Hoca karşılık vermiş: 'Bu çalılarla borçlarımı ödeyeceğim'. Eklemiş: ‘Bu yollardan koyunlar, kuzular geçecek, yünleri bu çalılara takılacak. Yünleri toplayıp eğireceğiz, sonra dokuyup satacağız, borçlarımı da böylece ödeyeceğim!'
Turgut Bey ekledi:
Ben fıkrayı anlattıktan sonra baktım, gülmek bir yana, gülümseyen bile yoktu. Para grubu başkanının da, öbürlerinin de surattan asık...
Turgut Bey fıkrasını anlattıktan sonra yerine oturdu. Mühendisler arasında fıkraya gülen olmadı! Vedat Dalokay:
Turgut Bey fıkrayı bağlayamadı! dedi; bir ara yanına gelip konuştu. Kimi mühendisler de:
Başbakan bu fıkrayla bir mesaj veriyor, Türkiye'nin durumuyla ilgili... dediler".
İşle Vedat Bey'den öğrenmek istediğim şimdi başlıyordu. Uçakta, o anlattı gerisini;
Azizim, Turgut Bey konuştu. Ben, ‘Bağlayamadı!' dedim. Kalkıp yanına gittim. Turgut Bey okuldan arkadaşım. Kendisini de severim. ‘Siz, dedim, süvariler fıkrasını biliyor musunuz?'
Yooo, dedi Turgut Bey, neymiş o?
Anlatayım: Süvariler caddeden geçiyorlarmış. Tabii, atlar pislemişler yola. Bunu gören serçeler, üşüşmüşler. Bir güzel arpalarla karınlarını doyurmuşlar, caddede. Sonra pırrr uçup gitmişler. Serçelerden biri, karnı doymuş bir biçimde keyifti, arkadaşları ile gidecek yerde, bir taşın üzerine çıkıp ötmeye başlamış. Tam o sırada, bir haylaz oğlan sapanına taşı yerleştirip ötüp duran serçeyi vurmuş...
Turgut Bey yüzüme baktı:
Haaa, dedim, kıssadan hisse. Serçe, yol üstündeki arpaları yedikten, o işi yaptıktan sonra, çıkıp ötmeyecekti!
Vedat Dalokay, ömür adam...
Teknik Üniversiteliler Birliği'nin yemeğine, Süleyman Bey gelmemişti. Belki o gelse, Turgut Bey gelmeyecekti ne bileyim?
Turgut Beyin işi gerçekten güç, Süleyman Bey’le karşılaşmamak için, kendini gezilere mi vuruyor? İç geziler, dış geziler...
Bir okur, Turgut Bey’in nisanın ilk haftasında Çanakkale yöresine yaptığı gezinin perde arkasını yazmış bir mektubunda. Şöyle diyor özede;
"Biga’da Endüstri Meslek Lisesi öğretmen ve öğrencileri çalışma saatleri içinde ve de dışında -geceli gündüzlü diyebiliriz- bir hafta çatışarak Başbakan için bir kürsü hazırladılar. Konuşma anında bu kürsü kullanılmadı.
Başbakan helikopterle dolaşıyor. Çan-Biga yolu üzerindeki köylerin öğretmen ve öğrencilerine yol üzerinde taklar yaptırarak, onları saatlerce beklettiler.
Köylerinde sütün litresinin 30 liradan satıldığı —suyun fiyatı belli— Biga’da köylü halk hemen hemen yok denecek denk azdı. Miting alanını ellerinde bayrak ve flamalarla, başlarında öğretmenleriyle öğrenciler dolduruyordu. Okullar, saat 16.00’da miting alanına dolduruldular. Başbakan 22.00’de Biga’ya geldi. Saatlerce alanda bekleyen öğrenciler, tuvalet olmadığından sıkışıp kaldılar. Erkek öğrenciler, Kocabaş(Grankos) Çayının kenarına dizilerek sorunlarını bir ölçüde çözümlediler. Olan kız öğrencilere oldu.
Biga halkı da pek ilgi göstermedi mitinge. Çünkü miting Kurtuluş Savaşı yıllarında Anzavur Ahmet'in Biga’yı İşgal ettiğinde, Bigalıları zorla topladığı "Çınarlık" denen alanda yapılıyordu. O günleri yaşayanlardan bazı kişiler hâlâ sağ olduklarına göre, o kötü günleri bir daha yaşamamak için olsa gerek Biga halkının bu ilgisizliği.
Biga'ya getirilecek içme suyunun temelini de Başbakan gelmişken atıversin dedi Bigalı yöneticiler. Suyun kaynağı, deposu ve suyun geçiş yoluyla hiçbir ilgisi olmayan Çınarlık’ta Biga içme suyunun uydurma temelini, kendi sunucusunun Erkal Zenger’in “Analar ne arslanlar doğuruyor" dediği Başbakanımız hemen oracıkta atıverdi...”