Selim Turan’a sordum:
— Picasso nasıl bir adam?
— Picasso, biraz sana benzer!
— Kara mı?
— Eh, oldukça! Ufak tefek, senden çok daha ufak. Ben, ilk gördüğüm, tanıdığım zaman, eskiden Üsküdar'da, bizim mahallede bir ayakkabı tamircisi vardı. O adama benzetirdim. Üstüne, başına, giyimine pek dikkat etmeyen... Fotoğrafı çekildiği zaman gözlerini açıp dimdik duran bir adam. Onun dışında, sakin dolaşan bir kişi. Zaman zaman da sinirli duran Picasso ile ilk en uzun görüşmemiz 1952'de Akdeniz kıyılarında oldu. Golf Jouan diye bir yerde. Nenou Vetetou diye küçük bir plaj vardı, iki kahve arasında kalmış, oraya genellikle ressamlar gelirdi. Picasso da yakında çalıştığı için, her sabah saat 9.30'da oraya plaja gelir, öğleye dek kalırdı. İki de küçük çocuğu vardı. O zaman Françoise'la evliydi. Françoise, akademide, biraz öğrencim oldu benim. Picasso, gelir, çocuklarla oynar, bazen beline dek denize girer, çıkar...
— Yüzme bilmez miydi?
— Fazla yüzdüğünü görmedim. Öğlene doğru bizi yemeğe çağırır, kendisi birkaç zeytin, maden suyu filanla öğle yemeği yer, biz de istediğimizi yerdik. Onun çağrılısı olurduk. Bir İsveçli bir gün Picasso ya "Yahu, ne güzel çiziyorsun, nasıl çiziyorsun?" diye sordu, o da kumu şöyle eliyle bir düzeltti, onun üstüne bir desen çizdi; “Haydi sen de yap!" dedi, İsveçli de yaptı, Picasso “Hah, maşallah işte oldu!" dedi. Picasso, çok havalı, bilgisiz görünen müthiş aydın bir adam. Sanat tarihinde bilmediği yoktu, gayet derin. Picasso'nun yapıtları da, tümü, bir sanat tarihinin özeti. Picasso, şöyle bir söz söylemiştir: “Şaheser yapmak için, bir şaheserin bir köşesini kopya etmek yeterlidir" Günün ressamlarından bile etkilenirdi. “Sanatçının eseri, etkisinde kaldığı sanatçıların devamıdır" derdi. Bizim arkadaşlar müzeye gitmezler, etkide kalmamak için, bu kez sokaktaki kartpostalların etkisinde kalırlar...
— Picasso çapkın mıydı?
— Birkaç kez kadın değiştirdi. Çapkın mıydı bilmiyorum. Bir kadın bulduğu zaman, onunla otururdu. Françoise, onu terk etti. "Bir anıtın yanında ben uzun yaşamak istemiyorum" dedi. Çekildi. Simon diye genç bir ressamla gitti. O Françoise'i terketmedi. O da daha genç bir hanım buldu...
Ressam Selim Turan’la konuşmayı kafama koymuştum. Çankaya’da "Artisan" galerisindeki sergisinde, kısa bir konuşmadan sonra, büroda görüşmeyi sürdürdük. Selim Turan, Erhan Karaesmen'in deyimiyle "Saba Selim", sanatçılar gibi, okurların da yabancısı değil.
Selim Turan, 1915te İstanbul'da doğmuş; babası İttihatçıların ilk genel sekreteri, Hüseyinzade Ali. Tıp doktoru, matematikçi. Düşünür, çağının tam bir aydını. 1908'den önce, Kafkasya'ya gider, bazı arkadaşlarıyla, orada gazete çıkarır. Maksim Gorki, gazetesinde dizgici olarak çalışır. Stalin de oradadır Basımevi’nin bitişiğindeki terzide çalışan kıza âşık olur Stalin, orası iki de bir sarılmaktadır.
Dr. Hüseyinzade Ali Bey'le ilgili araştırmalar yeni yeni yapılmakta Pars Tuğlacı, bu çalışmayı yapanlardan biri. Öbürü de Taha Toros...
Selim Turan, otuz yedi yıldır Paris'te resim yaparak yaşamını sürdürüyor. 1944'de Şahika Hanım’la evlendi. Şahika Hanım seramikçi. Çocukları yok. Selim Turan:
Ben kendim çocuğum, diyor, ekliyor: Çocukları çok seviyorum, ama Paris'teki yaşamımız uygun değildi çocuk olmasına. Çocuk yapıp Türkiye'de akrabaların arasında büyüsün istemiyorduk...
Artısan’dakiler “kadın-çiçek" resimleriydi. Ne yapmak istemişti kadın, çiçek resimleriyle?
Benim çok resmim var, dedi Selim Turan, hepsini bir arada, bir sergiye koymaya olanak yok. Ne bileyim, müzik de tek tek dinlenir, ama resimde yanyana asıldığı zaman bir bütünlük gerekiyor. Hem soyut, hem somut, hem şu türlü, hem bu türlü resmi bir araya koymak olanaksız bir sergide. Yahut çok büyük bir "Mekân" lazım. Onun için bu kez, galerinin sahibi Erkan bu tür bir konu yeğledi. Aslında ben burada, iki sergi düşünmüştüm. Biraz daha geniş bir şey verebilmek için, öteki sergi daha olamadı, herhalde bugünlerde bir karar alacağız. Başka bir sergi belki devam edecek. Zaten soyut resimlerle önümüzdeki yılda bir sergi olacak. Kitapçık da yapacaklar, renkli baskılarla.
Sizi, ekol olarak nereye yerleştirmeli?
Beni bir ekole sokmak biraz zor. Ben kendi resmimi yapıyorum. Aklımdan ne geçerse onu yapıyorum. Neden etkilenmişsem, günü gününe ne gelirse.. Resim yapmak, insanın kendi kendisiyle röportaj yapması gibi bir şey. Bazı resimler, beş altı yıl da sürer, en son bir haftada biter. Biteceği ana dek de sürekli olarak değişir. Bugünkü biz, dünkü biz değiliz. Bugün sizinle konuştuktan sonra, ben başka bir adam olabilirim. Yani daha önce başka bir adam olabilirim, başka bir şeyi gördükten sonra da değişebilirim...
Nazım’la tanıştınız mı?
Çok az, yani ben Nazım'ı ilk gördüğümde oldukça gençtim. İstanbul'da Ağaoğlu Ahmet'in evinde. O sırada Nazım, İpek Film Stüdyosu'nda çalışıyordu. Evde, kalabalık içinde görmüştüm. Bir kez de Paris’te gördüm.
Paris'e geldiğinde bazı aydın ve sanatçılarla görüşürdü değil mi?
Evet, fakat, ben süreklice görüştüğü çevrenin çok dışında olduğum için sadece bir kez rastlamıştım, konuştuk. Hatta, benden bir resim istedi. Verdim, soyut bir resim, bana, "bu ne?" dedi, Ben "sen bir şiirinde boyaları kahraman tablolar lazım" diyorsun, "işte boyası kahraman tablo böyle olur” dedim. Bir de, dil konusunda sorduğum bir şeyi var: "bu, yeni sözcükler için ne diyorsun?” diye sordum, "Bence dilden söz atmamak lazım, söz ilave etmek lazım. Dil ne kadar zengin olursa o kadar iyi, yani “derya" deyince başka, “deniz" deyince başka ... Bence sözcük atmamak lazım, çoğaltmak lazım. Ne kadar çoğalırsa, şairin işi o kadar kolaylaşır" dedi. Bana verdiği yanıt buydu. Bir de “835 Satır”ın anlamını sordum, “Ben bir mana vermedim" dedi...
Selim Turan’la konuşmalarımız oldukça uzundu; yer darlığı nedeniyle kısa kesme durumundayım. Gerçekte, dünya sanatında ağırlığı olan Selim Turan’a, kaç “Ankara Notları" ayırsam az gelirdi. Bir de alçakgönüllü ki, sanki o ünlü kişi o değil, başkası...
Selim Turan, sanata emek vermiş kişilere son derece saygılı. Yazınımıza katkıda bulunanlarla yakın dost olmuş, şöyle dedi:
Türk edebiyat dünyasında, yakından tanıyıp da beni çok etkilemiş olan Abdülbaki Gölpınarlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurullah Ataç ile Orhan Veli’yi saygıyla anmak isterim...
27 Ekim 1984, Cumhuriyet