Bizim sitenin ayakkabı boyacısı Ali Cengiz, fısıldar gibi:
Bankada bir milyon liram var, savaş olursa parayı vermezlermiş, öyle mi? diye sordu
Korkma dedim, savaş olmayacak!
Savaşın olmayacağını nereden mi anladım? Anlatayım: Çarşamba akşamı Grek Elçiliği'nde kokteyl vardı. Büyükelçi S.E Konstantopoulos ile eşi, Greklerin Osmanlı'dan kurtuluşlarının yıldönümü dolayısıyla veriyorlardı kokteyli. Çok kalabalıktı arabalar, “demek ilgi çok” dedim içimden. Girişte, pardösümü verdim. Şapkamı vermedim, masanın üstünde birkaç general şapkası vardı, “Bir de kasket bulunsun aralarında” deyip oraya koyuverdim Asker şapkaları arasında, iki de Türk havacı generalin şapkası vardı. Yukarı çıktım, büyükelçi ile eşinin, askeri ataşenin, öbürlerinin ellerini sıktım, kutladım. İhsan Sabri Çağlayangil bir köşede gazetecilerle konuşuyor, a.a. Genel Müdürü Hüsamettin Çelebi
Oooo, Ekmekçi geldi, o geldiğine göre savaş olmayacak! diye takıldı.
Hasan Esat Işık, Ahmet Taner Kışlalı, Mümtaz Soysal, oradalar. Bir köşeye oturup, bir yandan sigaramı tüttürüp viskimi yudumluyor, çevreyi seyrediyorum, ünümdeki taburede bir telefon var, telefon kilitli Bir kilit takmışlar, telefonu kimse kullanmasın diye. İçimden:
Hımmm. dedim, Grek kardeşlerimizin parasal durumları pek iyi değil gibi. Telefonu da kilitlediklerine göre, savaş olmayacak! Savaş para işi, silah işi, öyle ya. Bir arkadaşım anlattı, diplomatlardan biri, dışarıda yaralanmış, arkadaşları aralarında para toplayıp bakmışlar...
Aman, burada ne dedikodular dinledim. Amerikan Elçiliği, çalışanlar arasında kısıntı yapmış. Elli Amerikalıyı geri göndermiş, yerlerine on kadar Türk alıp çalıştırıyorlarmış.
Bir Türk bayan, Grek bayana soruyor kokteylde:
Savaşıyor muyuz, sevişiyor muyuz?
Hah hah hah.. Savaşılır mı canım?
İki ülke halkının da savaş istemediğini herkes biliyor. Ah, bu yöneticileri Ortalığı kızıştıran onlar, bir de gazeteciler Grek basınının, bizim tutucu basından geri kalır yanı yok. Ortalık karışsın da ne olursa olsun! Kokteylde, bir çok elçi var Amerikan Büyükelçisi Strauzs Hupe de orada.
Paris'teyken, bir Rum kızıyla tanışmıştım Ataol'ların evinde. Kız, Türk uyruklu, Türk pasaportu var, ancak yılın büyük bir bölümünü Atina'da geçiriyor. İskandinav ülkelerinden, dolaşa dolaşa Paris'e gelmiş. Tatlı tatlı anlatıyor serüvenini:
Almanya’ya girdi trenimiz. Alman polisi pasaportlarımıza bakıyor. Benim pasaportum Türk pasaportu, ama Almanya vizem yok Buna karşılık, benim Atina'da oturma iznim var. Bu belge de yanımda Alman polisi, Türk pasaportunu görünce yüzünü ekşitti.
Senin vizen yok! dedi.
Vizem yok, evet ama, Atina'da oturma iznim var!
Yani sen Grek misin?
Eh Rum asıllıyım!
Eee, pasaportun Türk pasaportu?
Evet!
Greklere vize yok Almanya’da, bir Türklere var. Alman polisi bağırıp çağırıyor. En sonunda şöyle bağırdı:
Kızım, bana tek kelimeyle söyle, Türk müsün? Yunan mısın?
Ben yine susuyorum, ne diyeyim? Evet, Türk uyrukluyum, İstanbul’da oturuyorum, orada ekmeğimi kazanıyorum ama, Rum asıllıyım, Atina’da da oturma iznim var!
Polis bağırdı, bağırdı, 'Ne biçim insanlarsınız?' dedi, 'Bir milliyetinizi bile seçemiyorsunuz? Allah belanızı versin!' Sonunda damgayı bastı geçti. Kurtuldum!”
Rum kızı dedim ya, evli barklı kadın! Aydın bir kişi. Türk pasaportu var, ama Atina’da oturuyor. Yaban ellerde, “Ben Türk değilim!” demiyor, diyemiyor. Ah, bunu yöneticiler bir anlayabilseler. Cart curt etmekten, herkesin erincini kaçırmaktan vazgeçseler...
Rum kızı, gittiği, gezip tozduğu yerlerdeki izlenimlerini anlatıyor tatlı tatlı. Türkler ile Grekler yani Yunanlılar arasındaki tartışmaları anlatıyor. Şöyle diyor:
Yunanistan'da, Atina'da herkes yaşamaktan, geleceğin nasıl güzel yapılabileceğinden konuşuyor 'Ulusal geliri nasıl arttırabiliriz?', 'Açları nasıl doyurabiliriz?', ‘insan hakları nasıl genişletilebilir?' filan. Konular bunlar. İstanbul’a geliyorum, hemen herkes ölümden söz ediyor: 'Yaşayıp da ne olacak?'. 'Nasıl olsa öleceğiz', 'Gene beş kişi öldü' filan. İki ülke halkları arasında, böyle bir ayırım da var. Biri çok iyimser, öbürü çok kötümser. Yunanistan'da Sosyalist Parti iktidarda, Komünist Partisi de var. Sosyalistler, bunu daha geliştirmeyi düşünüyorlar. Fakat, kimse 'devrim’den söz etmiyor. Türkler ise başka, sosyalizmden çok 'devrim1 den söz ediyorlar. İsveç'te, Türk arkadaşlarla konuşuyoruz. Bunları anlattım:
Haklısın, bizim bir de ‘devrim’ derdimiz var! dediler”
Rum kızı nasıl da tatlı tatlı anlatıyordu. Ne güzel!
Sakın adımı yazma, dedi, İstanbul'da başım derde girer! Ankara’daki dostlarına selamlar yolladı...
Dostluklar, kardeşlikler lafla olmaz. İzmir Tabip Odası, 1986 yılında önemli bir karar aldı Selanik Tabip Odası ile “kardeş oda” olma girişiminde bulundu
Selanik Tabip Odası Başkanlığı’na yazılan mektupta özetle şöyle denildi:
“İzmir hekimlerini temsil eden odamız yönetim kurulu, aşağıda açıklayacağımız gerekçe ve nedenlerle size şu çağrıyı yapma kararı almıştır
Her şeyden önce girişimimizin güncel politika ile ilgili yanı ve amacı olmadığını belirtmek isteriz
Politika dışında bir kuruluş olarak bizi harekete geçiren temel neden iki komşu halkın daha sağlıklı ve mutlu olmalarına mesleğimiz yönünden katkıda bulunma isteğidir. Sağlıklı ve mutlu olmanın ilk ve vazgeçilmez koşulu ise, dostluk ve barış içinde yaşayabilmektir. Dostluk ve barışın her yerden çok çağımız uygarlığının doğduğu bu olağanüstü bölgeye, Ege'ye yakışacağı ve herkesten çok Ege halklarının hakkı olduğu kanısındayız. Din, ırk, ulus ve toplumsal düzey farklılıkları gözetmeksizin, her insana yardım andına bağlı bir mesleğin yürütücüleri olarak, her iki halkın özünde var olduğuna inandığımız ve gündelik yaşamda sık sık belirtilerini gördüğümüz iyi komşuluk ve yakın dostluk istekleri doğrultusunda, 1986 Dünya Barış Yılı'nda sizlere sesleniyoruz... Hipokrates'in doğum yerinin birkaç mil ötesindeki kıyılardan birlerce yıl önce insanlara huzur ve sağlık dağıtılmış kutsal bir kaynağın, Bergama Aescelipionu'nun yakınlarından, hekimlik mesleğinin doğduğu bu yaşlı denizin doğu kıyılarından size dostluk elimizi uzatıyoruz ..”
Mektupta daha sonra, Selanik'in neden seçildiği anlatılmakta, Selanik’in “Haklı bir neden olmadıkça savaş bir cinayettir” diyen “Barış tutkunu bir savaşçı” olan Atatürk’ün de doğum yeri olduğu anımsatılıyordu. Girişim olumlu karşılanırsa, iki oda arasında, bilgi alışverişi, bilimsel toplantılar için çalışmalar yapılacaktır…
Ancak bu mektup Selanik’e gidemedi, Sağlık Bakanlığı'na takıldı kaldı. Çünkü, 1980'den sonra Türk Tabipler Birliği Yasası’nda yapılan bir değişiklikle, böyle katılımlar Sağlık Bakanlığı'nın onayına ve iznine bağlıydı Sağlık Bakanlığı ise, girişimi bir türlü onaylamıyordu!...
Bu girişim, Suudi Arabistan’da Rabıta ile yapılmak istenseydi, yine bakanlıkta takılır kalır mıydı? Bir düşünün bakalım!
29 Mart 1987, Cumhuriyet