Şapırt!

Sağmalcılar Hastanesi'nde tutuklu olarak yatan Orhan Apaydın, yolladığı karta şunları yazmış:
"Sevgili Mustafa,
Nedense, rahmetli Büient Dikmener’le birlikte yargılandığınız bir sırada, avukatınız olarak birlikte bulunduğumuz günü anımsadım. Davanın konusunu unuttum da, sıramızı beklerken izlediğimiz davaların sanıklarını düşündüm. Şimdi, cezaevi hastanesinde, suçluluğa itilmiş insancıklarımızla birlikteyim. 34 yıllık bir ceza avukatı için ilginç bir durum.
Barış ve özgürlüğün yolu galiba cezaevlerinden geçecek. Mutluluk ve başarılar dileğiyle gözlerinden öperim.
Orhan Apaydın"
Apaydın’ın sözünü ettiği, Dikmener’le birlikte yargılandığımız davayı nasıl unuturum? Yargılanan, "Ankara Notları"nın adı, "Ayşekadın Fasulye"ydi. Biri, "Ayşekadın Fasulye" adıyla bir kitap yazmış, bunu Çalışma Bakanlığı’na satmayı başarmıştı. Kitabı, hani Tarım Bakanlığı filan alsa neyse ne, deyip olayı eleştirmiştim. O günkü "Ankara Notları"nın konusu yalnızca bu değildi; Sanayi Bakanlığında da bazı işler dönüyordu, onları da sergilemeye çalışmıştım. Çalışma Bakanlığı açmadı, ama Sanayi Bakanlığı dava açtı. İstanbul’da Ağırceza’ya gittik, yargılanacağız. Orhan Apaydın, Bülent Dikmener, üçümüz varız, Apaydın avukatımız...
—Haydi içeri girelim de, sıramız gelene dek, davaları izleyelim, dedik. Girdik.
Ağırceza’da görülen dava da, bir kesekâğıdı armut davasıydı. Yaşlı bir kadın, hanım arkadaşıyla çarşıdaki sebzeciden bir kilo armut almış, evine giderken, yolda ayrı yaşadıkları kocasıyla karşılaşmıştı. Kızgın koca, önünü keserek elindeki paketi almış ve kadının kafasına atmıştı. Kadın, yargıca:
—Beni öldürmek istedi efendim; davacıyım... diyordu. Yargıç:
—Ama hanım, kesekâğıdındaki bir kilo armuttan ölmezki insan... diyordu karşılık olarak. Kadın konuşkandı:
—Hâkim bey, bu adam benim kesekâğıdı içinde ne taşıdığımı bilmiyorduki, içinde beni öldürecek çok sert bir şey de olabilirdi...
Yargıç kızdı:
—Hanım, hanım, dedi, kesekaâğıdı elmasla dolu olacak değil ya, alt tarafı armut işte;
Sonra kadın, hangisi daha yaşlıydı kestirmeye çalışıyordum oturduğum yerden, adamdan yakınıyor da yakınıyordu:
—Gençliğim gitti hâkim bey, bu adam beni zaten hırpaladı, yok etti, ben böyle olacak kadın mıydım?
Uzun süredir susan adam, lafa karışmak istedi:
—Görenler Allah için söylesin: dedi kim kimi ihtiyarlatmış görünüyor?
Kadın da yanıtını yapıştırıyordu. Yargıç, davayı erteledi. Sıra bizimkindeydi...
—Eveeeeet, diye kendi kendine söylendi yargıç, gelelim öbür davaya. Çağır bakalım; Mustafa Ekmekçi, Bülent Dikmener, Avukat Orhan Apaydın.
Ayağa kalktık, yargıç:
—Bakalım, bunun konusu neymiş? diyordu, tek tek okudu: "Ayşekadın fasulye...' hımmmm.. Armut davasından sonra, ayşekadın fasulye davası. İyi... Geçin bakalım;
Duruşmamız başladı. Uzun sürdü duruşmalar; Ankara'da olduğumdan, duruşmalardan uzak tutulmamı istedim. Gitmedim duruşmalara. Sonunda aklanıp çıktık. O gün, belleğimde, gereksiz şeylerle mahkemelerin nasıl uğraştığı izlenimi kalmış, nedense...
* * *
Çanakkale'nin Ezine ilçesinin Yeniköy'ünde Raif Balkan adında bir balıkçı, balık avlayıp satarak, yaşlı, sağır anasını geçindirmeye uğraşıyordu. Oralarda balıkçılık, öyle örgütlü filan değildi, dinamitle balık avlıyorlardı ..
Raif Balkan, kırk yaşına kara bir boşlukta girdi. Dinamitin ateşlemesini zamanlayamamıştı. Geçen yılın mart ayında, soğuk bir gün dinamit gözlerini kör etti, dirsek altından iki kolu da koptu..
Raif Balkan, 5 ekim 1983 günü, kopan kollarına yapay kol taktırmak için Hacettepe Üniversitesi, Fızyoterapi-Rehabilıtasyon Yüksek Okulu Necdet Güçlü Protez Atölyesi'ne geldi. Raif Balkan için, 1570896 sayılı hasta dosyası açıldı.
Ankara, koca kentti, adımbaşı paraydı. Sağır anasıyla, kör, kolları parçalanmış Raif'in gücü neye yeterdi? Yapaykolun ederi 98 bin lira tutuyordu, atölye, 49 binini, -ki, bir kol parası tutarı-almış, kalanını bağış olarak vermişti. Atölye şefi Haydar Bey, Balıkçı Raif'e, karşısına çıkan engelleri önceden bir elektrik uyarısı ile kendisine ileten "elektronik göz" geliştirdi.
Öğle arasıydı, o boşlukta orada çalışanlar şöyle bir görünümle karşılaştılar:
Tek simidi, ana-oğul aralarında paylaşıyorlardı. Ana, kör oğlunu kollayarak simidin çoğunu, ona yedirmek istiyordu. Ama balıkçı, anasının payını yerse olur muydu? Yüksünmez miydi? Ana buna, sanki yiyiyormuş gibi ağzını şapırdatarak çözüm bulmaktaydı. Simidi oğlunun ağzına götürüyor, bir yandan da kendi boş ağzını oynatıyordu:
—Şapırt.. Şapırt.. Şapırt!
Ama, sağır olduğundan çıkardığı sesi denetleyemiyor, öykünmeyi, yani şapırtı taklidini, abartıyordu. Tek simit bitene dek, şapırtılar sürdü, gitti...
Bu arada Kızılay’a başvurdu Raif Balkan, ne var ki, Kızılay'ın ölçülerinde yoksul olmadığı için olacak takma elleri boş döndü.
Raif Balkan, 26 ekim 1983 günü taburcu olup, Kızılay'dan da boş dönerken, o gün dirsek altında yapay kolları, bir de "elektronik" gözü vardı. Raif'i gelecekte neler bekliyor, bunu bilmiyorum. Ama, kuşkusuz yaşama gücü porsümemişti. Anasına:
—Kollar yerine geldi ana, dedi, ben sana bakarım, sen tasalanma...
Ana-oğul. Ezine'nin Yeniköy'üne çekip gittiler. Raif'in inancı yalnız kendisineydi...