Şakıya, Şakıya...

Aslanla tilki, şöyle bir kırlara doğru gezmeye çıkmışlar. Otlağın ortasında semiz bir katır, onları beklercesine duruyormuş. Biri, başucuna, öbürü ayakucuna geçmiş. Başına gelecekleri sezen katır:

— Can gardaşlar! demiş, beni yemesine yiyeceksiniz. Yalnız, beni yediğiniz için size bir ceza gelmeye...

Aslan, umursamaz:

— Ne cezasıymış? diye bağırmış...

— Ben, padişah beratlı (belgeli) bir katırım!

— Göster belgeni görelim, bakalım, demişler.

— Arka ayağımın altında yazılı...

Aslanla tilki, göz göze bakışmışlar. Aslan, tilkiye:

— Oku şunun beratını» diye buyurmuş. Tilki:

— Benim okumam, yazmam yok.. karşılığını vermiş. Aslan:

— Ben çat - pat sökerim, diyerek katırın yanına yaklaşmış. Yaklaşmasıyla, alnının ortasına yediği tekmeyle yere serilmiş. Tilki kaçarken:

— Okuma - yazma bilmek de başa belaymış! diye söylenirmiş...

Bir fıkra da kertenkeleden..

Dağın yamacındaki patikadan köyüne gitmekte olan köylü Erol Toy'un deyimiyle kayanın annacında bir kertenkele görür. Durur, bakar, kertenkele aşağıya doğru üfürüp durmakta.

— Öyle, nereyi üfürüyon? diye sorar köylü. Kertenkele karşılık verir.

— Firavun, Hazreti İbrahim’i yakaladı. Ateşte yakacak. Fakat, odunlar tutuşmuyor...

Köylü, bir odunların yığıldığı Urfa Ovasına, bir de kertenkeleye bakar:

— Sen küçücük bir kertenkelesin. Soluğun oraya yetişir mi?

Kertenkele karşılık verir:

— Yetişmeyeceğini ben de biliyorum. Ama, Hazreti İbrahim'e karşı olduğumu gösteriyorum ya!

Ağca’nın Papa'yı neden vurduğu üzerine tüm dünyada yorumlar sürüp gidiyor. Ağca, İtalyan polisini atlatıp duruyor.. 16 mayıs günlü «Papa'yı kimler vurdurdu?...» başlıklı «Ankara Notları»na tek satırlık açıklama da gelmedi. O günlerdeydi, bir öğretim üyesi arkadaşıma şöyle dedim:

— Ağca'nın Papa'yı vurması amaç değil, bundan sonraki girişimleri için bir aşamaydı. Bunu gerçekleştirdikten sonra, yenileri gündeme gelecekti. Örneğin, Avrupa'da çok sevilen bir Devlet adamı kaçırılacak, ardından Türkiye de cezaevinde bulunan bazı sanıklar, bu rehineye karşılık istenecekti. Türkiye, belki vermek istemeyecek, ancak Avrupa kamuoyu:

— Verin de şu adamı kurtaralım.. yollu, ricaları bastıracaktı.. Arkadaşım:

— Biz, fakültede kendi aramızda yorumlar yaptık, hiç böyle bir olasılığı ileri süren olmadı.. dedi..

— Olabilir, benimki, bir düş de olabilir..

Gazetecilikte, düş bir başka tür düşünmektir de. Bu düş. deneyimlere de dayanmalı... Süleyman Bey'in yeni Başbakan olduğu sıralardı. O zaman Milliyet'teydim.. Gazeteye geldim. Arkadaşlarım, sordular:

— Başbakanı bir türlü bulamıyoruz, nerede bulabiliriz acaba?.. Başbakanlığa, evine, Çubuk Barajına, Gölbaşı’na baktık, yok...

— Atatürk Orman Çiftliği'ne, oradaki lokantaya baktınız mı?...

— Bakmadık...

— Bir de oraya bakin!..

Arkadaşlar foto muhabiriyle birlikte arabaya atlayıp gittiler. Süleyman Bey’in arabasıyla Çiftlik yolunda karşılaşmışlar. Döndüklerinde çok şaşmışlardı. «Orada olduğunu nasıl bildin?...» diye.. Oysa, çok kolaydı. Bir gün Süleyman Bey'i, Sadettin Bilgiç’le o lokantada baş başa konuşurlarken görmüştüm..