Sağlamlarla Çürükler...

Konya’nın Hadim ilçesinde, iki öğretmenle, birinin üç aylık gebe eşinin, ilçeden köye giderken kar, tipi altında kalıp yittiklerini yazmıştım. 11 şubat pazar gününden beri, tüm aramalara karşın, kar altında kalanlar bulunamadı. “Hadim'de Cinayet" başlıklı “Ankara Notları”nda, başta kaymakam olmak üzere, Milli Eğitim Müdürü’nü, yönetimi eleştirmiştim. Hadim, doğup büyüdüğüm yer; ölenlerin babalarını, dedelerini tanıyorum. Üzüldüm elbette. Yazıda, Kaymakam Davut Haner’le, Milli Eğitim Müdürü Ali Üstünel'i eleştirirken “Bu köy öğretmenleri, öğretmen vekilleri yollar açılana dek bekletilemezler miydi? Okullar iki gün öğretmensiz kalsa, kıyamet mi kopardı? Kaymakam Bey, namaz saatini mi kaçırırdı?” diye sormuştum. Yazıda kaymakamın imam-hatip çıkışlı olduğunu da yazmıştım. Kaymakam, hop oturup hop kalkmış. “Ben imam hatip çıkışlı değilim!" demiş. Olabilir, düzeltirim. İmam hatip çıkışlı değil, peki neden Hedim de bir bira evi açmak isteyen kişiye izin vermiyor? Babasını, dedesini yakından tanıdığım Topkaraların oğlu Hasan Topkara bir “bira evi" açmak istediğinde neden "Kesinlikle olmaz!" diyor? Benim ilçeme, köyüme gelenler, bir bira olsun içemeyecekler mi? Bu, bağnazlık değil de ne?
Gelip gidenlere, ölen öğretmenleri, öğretmenin gebe eşini soruyorum:
—Karlar eriyip kalkmadan, onlar kolay bulunmaz! diyorlar…
Ulusal boksör Alican Ay'ın kardeşi Şemsettin Ay ile Murat Aslan, Sivas'ın İmranlı içesinin "Yoncaçayır” köyünde kar altında kaldılar. Mali, "Bunlar bizim de kardeşimiz” dedi, “Kar erir, bunlar da çıkar! Nasıl olsa toprak olacaklar!"
Çürük yönetimler, işte böyle olur! Kar kalkmadan ölüler bulunmaz! Grizu patlamasında, içeride kalanların üstüne beton dökülür. Demokrasi, insana değer vermekle başlar. Ona değer vermeyen yönetimin adı, ne denirse densin demokrasi olamaz! Aydın'da, İnsan Haklan Derneği'nin düzenlediği toplantıda anlattım bunları. Bir de İsveç'i anlattım, bir süre önce "Yılmaz Güney Günleri" dolayısıyla gezip gördüğüm.
Stockholm'de, arkadaşlar gezdiriyorlardı. Olof Palme'nin evinin önünden geçtik. Bayan, erkek polisler Palme'nin evinin önünde nöbet bekliyorlardı. Olof Palme 1986‘da öldürülmüştü. Eşiyle sinemadan çıkıp, yürüyerek yakındaki evine gidiyordu. Silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Prof. Hüsnü Göksel, o zaman Palme'nin eşine bir telgraf çekmiş, bir örneğini de bana vermişti. Yeniden istedim onu Hüsnü Bey'den. Şöyle diyordu 2 Mart 1960 günlü telgrafında Hüsnü Göksel:
"Ömrünü barış, demokrasi ve sosyal adaletin gerçekleşmesine adayan kocanızın öldürülmesi, insanlığın bu ideallerden henüz ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. O, sağlığındaki davranış ve uğraşlarında olduğu gibi ölümüyle de aynı yolda yürüyenlere ışık tutacak, güç katacaktır.
Acınız, dünya barışçılarını acısıdır. Acınız, hepimizin acısıdır. Dünya barışına giden yol bu acılarla döşeniyor.
Dünyada barışın, sosyal adaletin, hümanist düşüncenin er veya geç zafere ulaşacağı inancı ile başsağlığı diler, saygılar sunarım."
Olof Palme'nin öldürülüşünün dördüncü yılı; O 1 martta gece öldürülmüştü. Hüsnü Bey’in, güzel tümceleriyle Olof Palme'yi anmak istedim...
Olof Palme, bir kilise bahçesinde gömülü. Aynı yerde, İsveç sosyalizminin ilk liderinin de gömütü var. “Gamlastan" dedikleri eski kentte dolaştık. Gamlabrunagatan caddesinde, 31 numarada Olof Palme’nin evi. Krallık sarayı Meclisin tam karşısında. Fatoş Güney, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Yavuz-Rezzan Önen, Necdet Nakiboğlu, Nedim Dağdeviren, Mahmut Baksı var...
İsveç’teyken kokusu vardı ya, olaylar biz ayrıldıktan sonra büyüdü. İsveç'te hükümet bunalımı doğdu. Her gün ücret artışları için grevler yapılmaya başlandı. Ücret artışları yüzde 28'e dek çıktı, işveren yüzde 12 veriyor, memurlar, yüzde 13 için greve gidiyorlardı. Hükümet, bir süre için grev yasağı getirdi. Sosyal demokratların böyle grev yasağı getirmeleri, kendi partileri içinde de eleştiriliyordu. Prof. Mümtaz Soysal, 16 Şubat 1990 günlü Milliyet'te, hükümeti çok ağır eleştirdi. "Ülkeler ve İlkeler" başlıklı yazısında, Soysal'a göre; enflasyon yüzde 8.6’ya çıkınca, hemen grev yasağına gidilmeli miydi? Soysal, “Bu ne biçim sosyal demokratlık?" demeye getiriyordu, ama çok geçmeyecek Mümtaz Soysal'ın korkusu gerçekleşmeyecekti. İsveç'te, demokrasi kurallarına göre bir oyun oynanıyordu. Mümtaz Soysal arkadaşım, elbette bu kuralların yanlış olduğunu söyleyemezdi. İsveç'te sosyal demokratlar, yüz yıldır işçilerin grev haklarını, sekiz saatlik işgünü haklarını savuna gelmişlerdi. Bunun savaşımını vermişlerdi. Sosyal demokratlar, "Biz işçi hareketinin siyasal koluyuz, sendikalar da sendikal kolu" diyorlardı. Ancak enflasyonu kamçılayıcı girişimlerden sakınmak istiyorlardı. Türkiye'de, İsveç'teki sosyal hakların zırnığı yoktu desem yanlış olur mu bilmem! Siyasal hak, özgürlük, dernek kurma gibilerine daha gelmiyorum. Sekiz buçuk milyonluk İsveç'te, her hakkın olup da benim ülkemde olmaması, buna karşılık yoğun işkence olması, benim ağırıma gidiyor. İsveç'teyken anlatıyorlardı. Yaşlıların bakımevlerinde, yerlerde gizli yerleştirilmiş ziller vardı; yaşlılar tutunamayıp yere düşünce bu ziller çalıyor, bakıcılar yetişiyordu! Dilenci yok, işsizlik yok, konut akıntısı yok, sağlık hizmeti ayağında. Demokrasi dersen azınlık hükümetleri iktidarda! Komünistler destekliyor, sosyal demokratlar yönetiyor. Her şey tartışılıyor. Bir huyları var, enflasyondan korkuyorlar! Bizler gibi yürekli değiller. Meclislerinde altı parti, 349 milletvekilleri var. Dökümü şöyle: Sosyal demokratlar (156), komünistler (21). yeşiller, çevreciler (20), sağcılar (66), liberaller-halk (44), Merkez Partisi, Köylü Partisi (42).
Ülkenin zarar göreceği en ufak bir şeyde, uzlaşma eğilimi var; adamların gelenekleri böyle.
Bizden biri, Avrupa'ya gitmiş, süt konusunda inceleme yapıyormuş. İlgililere sormuş;
—Süte su karıştırıyor musunuz?
—Adam bakmış, bakmış;
—Usunuza neler de geliyor? diye sormuş...