Sabiha Sedef’in Dramı: (3) Bir Yurtseverin Ölümü...

Sertel’ler, çeşitli Avrupa ülkelerini arşınladıktan sonra Bakü'ye -bir çeşit- yerleşmeye karar verirler. İçleri Türki­ye'ye özlemle doludur. Pasaporttan yenilenmediği için bir türlü yenisini alamazlar. Türk yazarları Moskova'ya gelin­ce, heyecanlanırlar. Sabiha Sertel, bu yüzden kalp krizi geçirir! Yıldız Sertel, “Annem Sabiha Sertel Kimdi, Ne­ler Yazdı" kitabında anlatıyor işte:

Annem için Bakü'nün dışına çıkmak, Karadeniz ve Battık kıyısında tatiller geçirmek bir tür soluk almaktı. Bu tatillere babamla beraber gider, oradan neşelenmiş, ra­hatlamış dönerlerdi. Annem sıcaktan pek hoşlanmadığı için bir süre Baltık ülkelerine dadandılar. Sık sık Riga'ya gittiler. Riga'yı beğeniyor, 'Orası Avrupa, her şey pırıl pırıl, çok güzel çiçek bahçeleri var. Yaşam da biraz daha iyi, ama halk Rusları sevmiyor’ diyorlardı.

Bu gezilere çıktıklarında Moskova'dan geçer, oradaki dostlarla görüşür, biraz tatmin olurlardı. Asya Afrika Ens­titüsündeki Türkologlar, anneme önem veriyor, O’nunla ilginç konuşmalar yapıyorlardı. Ama, Nazım'ın yarattığı boşluğu kimse dolduramıyor, Türkiye'den uzak olmanın acısını hiçbir şey gideremiyordu. Bir defa da Moskova'da bulunduğumuz bir sırada, bir grup Türk yazarının geldi­ğini duyduk. Aziz Nesin, Oktay Akbal, Yaşar Kemal, Melih Cevdet, F. H. Dağlarca Moskova'daydılar. Annem bu haberi alınca, o kadar heyecanlandı ki kalp krizi ge­çirdi ve düşüp bayıldı. Bu kıymetli misafirleri, otel oda­sında yatağında karşılamak zorunda kaldı. Bu, ondaki sılanın ne kadar derinlere gittiğinin güzel bir örneğiydi.

Bir defa da Bakü'yü ziyaret eden İlhan Selçuk, evimi­ze gelip bizimle kahvaltı ettiğinde, annem belki hepimiz­den çok mutlu olmuş ve O’na, yeni basılmış olan ‘Tevfik Fikret' kitabını hediye etmişti. Dışardan gelenler, bizim için bu tür ziyaretlerin ne tür önemli olduğunu bilemezlerdi. Onlar hepimize sanki vatanı getiriyor ve ağzımızın tadıy­la Türkçe konuşmak, Türkiye'nin sorunlarını tartışmak olanağını veriyorlardı. Bu temasların verdiği heyecan, an­nemi kalp krizine kadar götürmüştü. Doktorlar tekrar eden bu krizlerin önemsiz olduğunu söylüyorlardı ama, arka­sından başımıza korkunç bir kanser hikayesi çıkacaktı... 

Sabiha Sertel, yaşama gözlerini 1968 yazında, Sovyetlere vardıktan beş yıl sonra yumar. Yıldız Sertel, annesi­nin acıklı ölümünü, sayrılığından ölümüne değin geçen acı günleri “Ardımdaki Yıllar" başlıklı anılarında ayrıntılarıyla anlatır. Çok ilginç. Sabiha Sertel, yaşamı boyunca bir ya­zı masası olmadığından yakınır. -Söz aramızda, benim de yazı masam yok. Sonunda, konuklara ayrılan odadaki masaya elkoydum, bu yüzden yıllardır evde, bir masaya oturup birlikte yemek yiyemiyoruz-. Yıldız Sertel, “Bera­ber yaşadığımız o günler, annemin kişiliğim ve karakteri­ni belirtmek açısından da önemliydi" diyor, kendim kitap yazmaya veren Sabiha Sertel'i şöyle anlatıyor:

Benim odamdaki yazı masasına oturuyor, sigarasını tellendirerek anılarını yazıyordu. Oysa kronik bronşiti var­dı. Doktor sigarayı yasaklamıştı. Babam sigarayı çoktan bırakmıştı, ben de çok az içiyordum. Bütün ısrarlarımıza rağmen, O’nu sigara içmekten vazgeçiremiyorduk. Bir seferinde bana, ‘Ölümüm sigaradan olsun!’ dedi. Bir se­fer banyoda, gizli sigara içerken yakaladım, ‘Bu kitap bit­sin, bırakacağım' dedi. Dört elle yazmakta olduğu 'Ro­man Gibi' kitabına sarılmıştı. Canını sıkan şeyler olduğun­da daha da çok içiyordu. Çok faal olmaya, daima Türki­ye için bir şeyler yapmaya alışmıştı. Annemin bir özelliği de cesur ve fedakar olmasıydı. Bütün hayatında 'Ailem için, vatanım için, davam için’ demiş, fedakarlıklar yapmış, kendini tehlikelere atmıştı. Yaşına göre canlı ve diriydi. Bakü'deki durgun hayatı O ’nu boğuyordu. Bunun da acı­sı gene sigaradan çıkıyordu...

... Bakü şehrinin bir büyük kusuru da petrol şehri ol­masıydı. Çevresi' ve deniz baştan aşağı petrol kuyusuydu. Radyoaktivite çok yüksekti. Bu gerçek de halktan giz­leniyordu. 

Sabiha Sertel öldükten sonra Zekeriya Sertel, yurduna dönmek için kıvrandı. O yıl, 1968. Milliyetten on dokuz bin lira tutan tazminatımı almış, arkadaşım Sait Başa­ran’la birlikte, “Tüm” adlı haftalık gazeteyi çıkarmaya başlamıştık. Fırtına gibi bir gazeteydi. Yazarları arasında Çetin Altan, Behice Boran, Sadun Aren, Mümtaz Soy­sal, İlhan Selçuk. Minnetullah Haydaroğlu, Ozan Fazıl Hüsnü Dağlarca da vardı. Gazete, dört sayı çıkmıştı. Fa­zıl Hüsnü Dağlarca'nın bir şiirinden dolayı, 25 yıla değin hapsi istenmiş, uzun süren duruşmalardan sonra aklan­mıştı. Şiirin konusu, Çorlu'da, Amerikan askerlerinin ayakyolunun Mehmetçikçe temizlenmesi üstüneydi. Son du­ruşmada Fazıl Hüsnü, yargıca:

Efendim, bu helaları ben temizleyeyim, ama Mehmetçik’e temizletmesinler dedi.

Gazeteyi, Bakü’de yaşayan Zekeriya Sertel de görmüş, yazdığı mektupta. “Türkiye 'de sosyalizmi sizler kuracak­sınız" gibi övücü sözlerle yüreklendirmişti. Sertel, bu ara­da, eşi Sabiha Sertel’in öldüğünü bildiriyor, Bakü’de kal­masının bir anlamı kalmadığını, yurda dönebilmek için nefer yapabileceğimi soruyordu. Mektupla karşılık verdim. Dışişleri Bakanlığı yetkililer ile konuştum. Dışişleri sözcü­sü bir büyükelçi:

Mustafa Bey, Zekeriya Sertel 'in yurda gelmesi imkan­sızdır. Biliyor musunuz, o Bulgaristan'da Sofya'da bir gün cumhurbaşkanı gibi karşılandı demişti...

Dışişleri’nde o yıllar egemen olan, belli ki polis kafasıydı...