Sertel’ler, çeşitli Avrupa ülkelerini arşınladıktan sonra Bakü'ye -bir çeşit- yerleşmeye karar verirler. İçleri Türkiye'ye özlemle doludur. Pasaporttan yenilenmediği için bir türlü yenisini alamazlar. Türk yazarları Moskova'ya gelince, heyecanlanırlar. Sabiha Sertel, bu yüzden kalp krizi geçirir! Yıldız Sertel, “Annem Sabiha Sertel Kimdi, Neler Yazdı" kitabında anlatıyor işte:
Annem için Bakü'nün dışına çıkmak, Karadeniz ve Battık kıyısında tatiller geçirmek bir tür soluk almaktı. Bu tatillere babamla beraber gider, oradan neşelenmiş, rahatlamış dönerlerdi. Annem sıcaktan pek hoşlanmadığı için bir süre Baltık ülkelerine dadandılar. Sık sık Riga'ya gittiler. Riga'yı beğeniyor, 'Orası Avrupa, her şey pırıl pırıl, çok güzel çiçek bahçeleri var. Yaşam da biraz daha iyi, ama halk Rusları sevmiyor’ diyorlardı.
Bu gezilere çıktıklarında Moskova'dan geçer, oradaki dostlarla görüşür, biraz tatmin olurlardı. Asya Afrika Enstitüsündeki Türkologlar, anneme önem veriyor, O’nunla ilginç konuşmalar yapıyorlardı. Ama, Nazım'ın yarattığı boşluğu kimse dolduramıyor, Türkiye'den uzak olmanın acısını hiçbir şey gideremiyordu. Bir defa da Moskova'da bulunduğumuz bir sırada, bir grup Türk yazarının geldiğini duyduk. Aziz Nesin, Oktay Akbal, Yaşar Kemal, Melih Cevdet, F. H. Dağlarca Moskova'daydılar. Annem bu haberi alınca, o kadar heyecanlandı ki kalp krizi geçirdi ve düşüp bayıldı. Bu kıymetli misafirleri, otel odasında yatağında karşılamak zorunda kaldı. Bu, ondaki sılanın ne kadar derinlere gittiğinin güzel bir örneğiydi.
Bir defa da Bakü'yü ziyaret eden İlhan Selçuk, evimize gelip bizimle kahvaltı ettiğinde, annem belki hepimizden çok mutlu olmuş ve O’na, yeni basılmış olan ‘Tevfik Fikret' kitabını hediye etmişti. Dışardan gelenler, bizim için bu tür ziyaretlerin ne tür önemli olduğunu bilemezlerdi. Onlar hepimize sanki vatanı getiriyor ve ağzımızın tadıyla Türkçe konuşmak, Türkiye'nin sorunlarını tartışmak olanağını veriyorlardı. Bu temasların verdiği heyecan, annemi kalp krizine kadar götürmüştü. Doktorlar tekrar eden bu krizlerin önemsiz olduğunu söylüyorlardı ama, arkasından başımıza korkunç bir kanser hikayesi çıkacaktı...
Sabiha Sertel, yaşama gözlerini 1968 yazında, Sovyetlere vardıktan beş yıl sonra yumar. Yıldız Sertel, annesinin acıklı ölümünü, sayrılığından ölümüne değin geçen acı günleri “Ardımdaki Yıllar" başlıklı anılarında ayrıntılarıyla anlatır. Çok ilginç. Sabiha Sertel, yaşamı boyunca bir yazı masası olmadığından yakınır. -Söz aramızda, benim de yazı masam yok. Sonunda, konuklara ayrılan odadaki masaya elkoydum, bu yüzden yıllardır evde, bir masaya oturup birlikte yemek yiyemiyoruz-. Yıldız Sertel, “Beraber yaşadığımız o günler, annemin kişiliğim ve karakterini belirtmek açısından da önemliydi" diyor, kendim kitap yazmaya veren Sabiha Sertel'i şöyle anlatıyor:
Benim odamdaki yazı masasına oturuyor, sigarasını tellendirerek anılarını yazıyordu. Oysa kronik bronşiti vardı. Doktor sigarayı yasaklamıştı. Babam sigarayı çoktan bırakmıştı, ben de çok az içiyordum. Bütün ısrarlarımıza rağmen, O’nu sigara içmekten vazgeçiremiyorduk. Bir seferinde bana, ‘Ölümüm sigaradan olsun!’ dedi. Bir sefer banyoda, gizli sigara içerken yakaladım, ‘Bu kitap bitsin, bırakacağım' dedi. Dört elle yazmakta olduğu 'Roman Gibi' kitabına sarılmıştı. Canını sıkan şeyler olduğunda daha da çok içiyordu. Çok faal olmaya, daima Türkiye için bir şeyler yapmaya alışmıştı. Annemin bir özelliği de cesur ve fedakar olmasıydı. Bütün hayatında 'Ailem için, vatanım için, davam için’ demiş, fedakarlıklar yapmış, kendini tehlikelere atmıştı. Yaşına göre canlı ve diriydi. Bakü'deki durgun hayatı O ’nu boğuyordu. Bunun da acısı gene sigaradan çıkıyordu...
... Bakü şehrinin bir büyük kusuru da petrol şehri olmasıydı. Çevresi' ve deniz baştan aşağı petrol kuyusuydu. Radyoaktivite çok yüksekti. Bu gerçek de halktan gizleniyordu.
Sabiha Sertel öldükten sonra Zekeriya Sertel, yurduna dönmek için kıvrandı. O yıl, 1968. Milliyetten on dokuz bin lira tutan tazminatımı almış, arkadaşım Sait Başaran’la birlikte, “Tüm” adlı haftalık gazeteyi çıkarmaya başlamıştık. Fırtına gibi bir gazeteydi. Yazarları arasında Çetin Altan, Behice Boran, Sadun Aren, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk. Minnetullah Haydaroğlu, Ozan Fazıl Hüsnü Dağlarca da vardı. Gazete, dört sayı çıkmıştı. Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın bir şiirinden dolayı, 25 yıla değin hapsi istenmiş, uzun süren duruşmalardan sonra aklanmıştı. Şiirin konusu, Çorlu'da, Amerikan askerlerinin ayakyolunun Mehmetçikçe temizlenmesi üstüneydi. Son duruşmada Fazıl Hüsnü, yargıca:
Efendim, bu helaları ben temizleyeyim, ama Mehmetçik’e temizletmesinler dedi.
Gazeteyi, Bakü’de yaşayan Zekeriya Sertel de görmüş, yazdığı mektupta. “Türkiye 'de sosyalizmi sizler kuracaksınız" gibi övücü sözlerle yüreklendirmişti. Sertel, bu arada, eşi Sabiha Sertel’in öldüğünü bildiriyor, Bakü’de kalmasının bir anlamı kalmadığını, yurda dönebilmek için nefer yapabileceğimi soruyordu. Mektupla karşılık verdim. Dışişleri Bakanlığı yetkililer ile konuştum. Dışişleri sözcüsü bir büyükelçi:
Mustafa Bey, Zekeriya Sertel 'in yurda gelmesi imkansızdır. Biliyor musunuz, o Bulgaristan'da Sofya'da bir gün cumhurbaşkanı gibi karşılandı demişti...
Dışişleri’nde o yıllar egemen olan, belli ki polis kafasıydı...