Rende...

Arkadaşım şöyle dedi.

— Erzurum'da bir söz var; «Usta marangoz tezeğe küstüre vurur derler.» «Ankara Notları»na bakıyorum, dikkatli yazıyorsun.

Küstüre, rendenin büyüğü..

Ben takılıyorum bu kez:

— Yahu, nerelerdesin sesin çıkmıyor!..

Dadaş deyişiyle karşılık veriyor.

— Usta Ermeni, Müslümanın haçına sövermiş. Seninki o hesap...

Vaktiyle çok konuşan birine, «Dut yemiş bülbüle döndünüz!» dedim de aldım ağzımın payını. Ne karşılık verdi?

— Sen de her sabah şakıyorsun, ama bülbül güle şakır, sen havaya şakıyorsun, iyi mi?

Her sabah şakımıyorum, haftada üç gün «Ankara Notları» yazıyorum.

Ankara'nın havasını satır aralarında yansıtmaya çalışıyorum...

Bir İsveçli gazeteci, yıllar önce sormuştu:

— Kalemi bazen kağıda dokundurup çektiğiniz oluyor mu? diye...

— Daktilo ile yazıyorum, kalemle değil!.. diye karşılık verdim. Ama, dikkatli yazıyorum elbet.

Görev, insana sorumluluk getirir. Sorumluluğun bilincinde olanlar, olayları, yaşayanların sorunlarını göz ardı edemezler. Bazen öyle gelir ki, uçan kuşun kanadındaki bir aksama bizden sorulur...

Gözaltında kaç kişi var, gözaltına alınanlar sonra alındılarsa bunun da, alındığı günkü gibi basında yer alması gerek. Neredeee? Bu yayınlanıyorsa, önemli kişiler için geçerlidir. Basın sade vatandaşı anmaz. Bazıları, kendisine yanıt veremeyecek durumlarda olan kişilere saldırmayı yeğler. Sonra da:

— Amma da yazdım, döktürdüm' diye kuburdanır.. Basında çıkanlara bakıyorum, bazılarını görünce öyle yazılar yazacağıma, gazetecilik, yazarlık uğraşını bırakırım daha iyi, diyorum..

Dün dedikleri, bugüne uymuyor. Hemen kılık, giysi değiştirivermişler. Kimi estetik ameliyat bile yaptırmış.

Meraklı bir arkadaş, yazar Ali Dündar, geçmiş yılların gazetelerini incelemiş, gözüne çarpanları göndermiş. «Sevgili Ekmekçi, sen hep yazıp biz okuyucularını eğlendirecek değilsin ya, biraz da biz yazalım sen eğlen!» diyor. Bir iki örnek şöyle:

«Gazetemiz yazarı değerli edebiyatçı Ahmet Kabaklı'nın Erzurum'daki konferansı büyük bir alaka görmüş, iki saat süren konferansta yüzlerce milliyetçi genç, Kabaklı'yı alkış tufanıyla dinlemişlerdir. «Kültür Milliyetçiliği» konulu konferansta Ahmet Kabaklı: 50 yıldan beri maarifimizin, aydınlarımıza verdiği ters reçete yüzünden, bugün milletimiz kültür sarsıntısı, geçirmektedir. Bu memlekette şimdiye kadar hangi kültür yaşamışsa, bundan böyle de o kültür yaşayacaktır... demiştir.- (Tercüman, 16.7.1975)».

Bir başkası da şöyle demiş:

«Bir cihan devletini yıkmanın hüznü... Hüznün baygınlık derecesi... Yok bizim aydınımızda. O hala neyi kaybettiğinin farkında değil. Bir 23 Nisan çocuğu gibi mektep şarkıları söylüyor; hala el kol sallıyor... Saltanattan kurtuldu güzel vatan.

Halbuki bir rejim meselesi değil ki. Cihan devleti gitti elden... Bir cihan devleti yıkmanın hüznünü, aramayın onda... Bulamazsınız. Halbuki Osmanlı ricalinde bu vardır (...) Cumhuriyet aydını ise, bir devlet kurmanın neşesiyle mağrurdur. Cumhuriyet aydınının kafasında bir cihan devleti yıkmanın hüznünün doğuşu bile yok. Bundandır bu duman... (Ergun Göze. Tercüman. 18.1 1076) »

Yazar arkadaşım Ali Dündar'ın, inceleyip emek vererek yazıp gönderdikleri bundan daha çok. Oturup uzun uzun düşünüyorum...

Basın görevini yapıyor mu? Çatlarcasına kafamı buna yoruyorum. Bir «Atatürk yılı» geldi geçiyor. Yıl sonuna şurada ne kaldı? Atatürk'e en ağır yazıları yazmış olanların bile «Atatürkçü» kesilebildikleri günümüzde, ak koyunla kara koyun ayırdedilemediği günümüzde, ne yapmalı?

Bir arkadaşım şöyle dedi:

— Atatürk'ün doğumunun yüzüncü yılında, yapılacak en güzel şey, yoksul mahallelerinde açlar için kazan kaynatmaktır. Bu, unutulmaz...