Reha İsvan’ın Söyleşileri: 3 Ahmet İsvan Nasıl Götürüldü?

Geçen hafta Ankara, "Reha İsvan Haftası”ydı desem yeri. Büronun yanındaki gazete dağıtıcısı:
Yanınızdaki İstanbul'un eski Belediye Başkanı Ahmet İsvan değil miydi? Yanındaki de eşi? dedi...
Noel Kitabevi Yönetmeni Hilmi Parmaksız, onlarla görüşememekten dolayı nasıl üzgündü anlatamam.
Reha Hanım, yalnız Mülkiyeliler Birliği'nde konuşmadı; Ankara'lı sosyal demokrat bayanlar da, Reha Hanım onuruna Bulvar Palas'ta bir yemek verdiler. Eh, kambersiz olmaz, diye beni de çağırmışlar! Gittim, izledim. Reha Hanım'dan önce Sabiha Çaycı, bir konuşma yaptı. Kadın hakları ile, Türkiye'de kadınların sorunları üzerinde durdu. Sabiha Çaycı'ya göre, kadınlarımız belki yeterince bilinçlenmemişlerdi, ama bilinçli yavrular yetiştirmişlerdi.
Reha Hanım, konuşmasının başında, Ahmet İsvan'ın nasıl gözaltına alındığını anlattı, şöyle dedi konuşmasına girerken.
"İşkence bir yemek söyleşisi konusu olarak ters bir konu. Ne var ki, öyle görülüyor ki, uyanık, bilinçli ve sorumlu kadınların da katkısı ve gözüpekliği ile bu karabasandan uyanacağız. Ama o zamana dek lokmalarımızı, bu kanlı öykülere banarak yememiz gerekiyor.
Evet, işkence konusuna nereden girmeliyim? Kişisel yaşamıma işkence, çok sıcak ve mutlu bir aile tablosu çerçevesinde girdi:
Çok yaşlı annem, çocuklarımız TV karşısında sıralanmış, serin bir kasım ayı akşamı, yiyor, içiyor, gülüp konuşuyorduk. Kapı çalındı. Ben mutfaktaydım o an, hiç unutmam ellerim yarı ıslak karşıladım askerli, sivilli TİM'İ. Çay filan hazırlıyordum galiba, Ahmet'le görüşeceklerini söyleyince, içimde hiçbir huzursuzluk ve kuşku olmadığı için yeniden mutfağa döndüm, belki de ellerimi kurulamak için...
İçerden Ahmet'in çok dik sesini duydum, irkildim; onu bir köşeye çekip götüreceklerini söylemişler. ‘Tevkif müzekkeresi var mı? Sorun nedir? öğreneyim' demiş. 'O da ne demek? Yasa, kural vb. ni hâlâ geçerli mi sanıyorsun Bey?' gibilerinden birşeyler demişler. Bir tartışma başlamış. Bir, iki dakika sürdü, sonra Ahmet’i alıp odasına çıkardılar, iki tomsonlu asker, galiba bir assubay, bir sivil memur evi arayacaklarını, benim de birlikte bulunmamı dilediler. Bu garip olaylara öfkelenmiyor değildim, ama elimden geldiğince yumuşak sesle konuşuyor, görevlerini yapmalarında onlara nezaketle yardıma olmaya çalışıyordum. Keyiflerinden gelmiş değildiler, emir almışlardı, bir yerlerden, öfkem onlara yönelik olmamalıydı. Nitekim, bugün de, toplumun öfkesi genellikle bu zavallı, çok zavallı araçlara yöneliyor, ve emri verenler de, bundan yararlanıp kullarını harcayı harcayıveriyorlar. Ah bir öğrenebilse insanlar, kula kul olmanın ahmaklığını!
İşkenceci bir araç imal edilen, alınan, satılan, harcanan bir araçbir balta, bir zincir, bir bıçak. Ruhunu, insanlığını şeytana satmış bir meta. Ona kızmak bile ona değerinden çok paha biçmektir. O, bir Ahmet İsvan’ı tanımaz bile, onun ne olduğunun ne olmadığının bilincinde olacak herhangi bir düzeye ulaşmamış bir yaratık. İnsanlığını alkolle boğup dilindeki küfürden güç almaya çalışarak, bir köpeğin çemberden atlaması gibi, efendisinin korkusu ile ve karnını doyuran odur diye, belletileni, beklenileni yapan bir aciz yaratık...
Sonra Ahmet'i alıp götürdüler. Evden çıkarlarken az ilerideki kavşağı, bindirilmiş reoların tutmuş olduğunu, annemin evinin girişindeki minik bahçedeki süs bitkilerinin her birinin dibinden yasemin, hanımeli çalılarının, gül fidanlarının dibinden ay ışığında parıldayan silahlarının güvencesine sarılmış erler, polisler türediğini mizah yüklü bir hayretle farkettik.
Asker ve polis evde kitaplarımızı talan etmekle, elli kadarını alıp gitmekle kalmadılar, bize nispet de verdiler: 'Ne güzel ev! Herhalde güzel bir yaşantınız da vardı...’ gibilerden! Yani, 'Bundan sonra mutsuzluğunuzun nasıl acısını çıkaracağımızı görürsünüz' demek istiyorlardı. Oysa yaşlı annem onlara demli çaylar sunuyor, asker eşi olmaktan gelen bir sevecenlikle üniformalılara dostluk elini uzatıyordu. Damar sertliğinden mustaripti. Evin içindeki trafik ona damadının Belediye Başkanlığını anımsatmıştı…
Orhancığım darısı başına! diye torununun sırtını sıvazlıyordu, konuklarını dostça uğurlarken..."
Reha İsvan, bunları anlatırken, dinleyenler gülüyorlar, ama gözyaşlarını da tutmaya çalışıyorlardı. Birgen Keleş'e bir gazeteci, gözlerini kurulaması için kağıt mendil gönderdi.
Reha Hanım, bu hava içinde konuşmasını sürdürüyordu:
"Evimizden 'müsadere' edilenler arasında annemin dedesinden kalma, 1876 yapısı bir toplu tabanca da vardı. Bu tabancayı biz antikadan da saymazdık, çünkü, çok hor kullanılmış, çarpılıp boyası çıkmıştı. Sapıyla ceviz kırdığımız olmuştu! Sonradan bu önemli 'delil’i mahkemeye çıkartmaya utanacaklar, bir tutanak tutarak delil listesine sayıyla kaydedilmiş bu aracı 'imha' edeceklerdi. Oysa Ahmet, 27.5 ay bu delil bahane edilerek hapis yattı. Metris'te tartıştığım bir subaya, ne kendi tahliyemi, ne beraatimi, ne de başka bir şey beklediğimi, ama evimizden silah diye aldıkları bu cismin duruşmaya, Ahmet'in suçluluğunun delili olarak çıkarılacağı günü beklediğimi söylemiştim. Utandıracaktı sebep olanları ve utandırdı. O denli utandılar ki, İmha etmek zorunda kaldılar, yok ettiler silahı. Böyle yapıldığı da mahkeme huzurunda okundu. Ve Ahmet az sonra tahliye oldu.
Anlattığım bir perşembe gecesiydi. Pazar günü saat 15.00'e dek Ahmet'e ne olduğunu, nerede olduğunu bilmeyecektik. Ahmet yok olmuştu. İzi belli değildi. Başvurduğumuz hiçbir makam akıbetinden haberdar değildi. Ahmet İsvan diye biri resmen yoktu. Yok olmuştu. Sonra 15 gün kadar sonra bulduk. Çamaşır filan götürdük, sonra yine kaybedip kışla kışla aradık... İşte bu adıyla, sanıyla işkencedir. Ahmet İsvan için işkencedir, ailesinin herbir bireyi için işkencedir.
Genellikle işkenceyi bilmeyenler -Allah kimseye bildirmesin- maddi işkence daha ürkütücü geldiğinden, manevi işkence maddi işkenceden daha önemsizmiş sanıyorlar... Ahmet'in, başkalarına uygulandığını gördüğü maddi işkence konusunda söylediklerini, bizzat başında durarak makaslattılar. Oysa bu bir gafletti, zira Ahmet'e bizzat uygulanan işkence, o filmin kendisiydi. Ve her bir milimetresinden halkımıza, dünyaya, basın yayın organlarına işkence yansıyordu. Bütün acımasızlığıyla ve tüm çıplaklığıyla, O filmin kırpılmışını dahi izleyen her duyarlı insan, Türkiye'de işkencenin var olduğuna artık tanıklık edebilirdi. Ve dehşet içindeydi. Dünyanın 5 milyonluk önemli bir beldesinde, 4 yıl başkanlık yapmış bir kimsenin maruz kaldığı haksızlık ve işkence, olayı o ana kadar kavrayamamış olanların dahi gözünü açacak nitelikleydi..."
Reha İsvan, yakında DİSK duruşması sırasında Ahmet İsvan'ın gördüğü işkenceleri anlatacağını bildirdi, "Ayrıntısıyla dile getirecek, herkes öğrenecek” dedi. Şöyle konuştu yüzü ağarmış, apak olmuş biçimde:
"... Ancak, ona bu yapılabildiyse, sade yurttaşlarımıza, gençlerimize neler yapılabildiğini hayal etmek de güç değil ya, ben yaşadım. Körpe kızlarımızı sakatlanmış hallerinde bağrıma bastım. Saatlerce anlattıklarını, defalarca yineleyerek yaşadıkları anı, aylarca sabahlara dek feryat figan sayıkladıklarını, dişlerini kıracakmış gibi gıcırdattıklarını, gecelerce uyanık kaldıklarını, günlerce bir kaçış psikolojisiyle uyuduklarını gördüm. Yalvardım; 'Bari saat 19.00'dan sonra bu bahsi açmayalım, günler yetmiyormuş gibi geceler boyu karabasanın anılarını sürdürmeyelim' diye... Korkardım bıçak sırtında gibi gördüğüm ruhsal dengelerini zedeleyeceklerinden. Oysa, demin sözlerimin başında söylediğim gibi, insanlar maddi işkenceden çok ürküyorlar ama, manevi işkencenin izleri çok daha kalıcı ve kendisi çok daha etkili.
Nitekim duruma göre, günler, haftalar, aylar süren işkence, insanı bedensel olarak sakatlıyor, fizyolojik kalıcı izler de bırakıyor, dehşetle uykularını kaçırıyor ama, bu tür işkence altında dayatılana direnenler, en az fiziki işkence kadar sistemli ve sürekli uygulanan bilimsel manevi işkence yöntemleri sonucu, yılgınlık gösterip teslim olabiliyor"
Reha İsvan'ın konuşması oldukça uzundu. Bir bölümünü vermeye çalışıyorum. Sözlerinin sonunda şöyle dedi İsvan:
"... Bunca yıl içerde pekiştirdiğim kanı şu oldu: ‘Korkunun ecele faydası yok', korkuyu yenmenin insan onuruna katkısı desteği büyük. Ve 'İnsanlık onuru işkenceyi yenecek'. Çünkü cesaretle, işkencenin üzerine gidecek cesaret sizde de mevcuttur.
Aramızdaki görüş ayrılıklarını bir yana koyup birbirimize saygıyla, sevgiyle destek olup insani zaaflarımızı, hırslarımızı yenip elele işkencenin, işkencecilerin barınamayacağı ortamı yaratmaya mecburuz. Uygarlık ve demokrasi yolunda hepinize başarılar diliyorum: ‘insanlık onuru işkenceyi yenecek".