Politikanın Yazgısı...

İstanbul'dan iki mektup, biri A. Aşıcı’dan; şöyle diyor:
"Sayın Mustafa Ekmekçi,
Domuz hakkında yeni şeyler öğrendim; domuz, yiyecek aramak için burnundaki köpek dişleriyle ve ayaklarıyla orman toprağını sürekli olarak eşeler. Yani çok iyi bir orman sürücüsüdür. Sürdüğü toprak hem havalanır hem de bu yerlere düşen ağaç ve bitki tohumlan oralarda çimlenme ve yeşerme olanağına kavuşurlar. Yoksa toprağın üzerine düşen bu tohumlar orada kururlar. Fransa’da okurken, çiftçiler ormanda mantarların yerini saptamak için domuzlardan yararlandıklarını söylemişlerdi.
Yani domuzlar dünyanın en çok ve en yararlı etini vererek insanları ve doğayı keçilerden kurtarmakla kalmazlar, ağaçları da çoğaltarak erozyonu, dolayısıyla çölleşmeyi önlerler. Domuz yiyen ülkelerin hiçbirisi çöl değildir. Buna karşılık yemeyenlerin hepsi çölleşmiş ya da çölleşme yolundadırlar. Eski Türkler domuzu çok severlerdi ve ona ‘tonguz’ derlerdi. Domuzu ilk yasaklayanlar Yahudilerdir. Musa, herhalde sıcak ülkesinde besince çok zengin domuz etine gereksinim duymamıştır. Fakat çölleşmeyi başlatmıştır.
Domuzun yeşerttiği ağaçlar yağmur sularının akıp gitmesini engellerler ve toprak tarafından hızla emilmesini sağlarlar. Ağaçlık yörelerde akarsuların ve yeraltı sularının kurumamasının nedeni budur.
Aynca yaygın bir tür karganın, bulduğu ağaç ve bitki tohumlarını sonradan yemek üzere içgüdüsel olarak toprağa gömdüğü, fakat bu yerleri unuttuğu, ya da bunları çıkarmaya gerek görmediği için çokyıllık bitkileri çoğalttığı saptanmıştır. Selamlar..."
İkinci mektup, İstanbul'da Yıldız Üniversitesi Elektrik Mühendisliği'nden Seyfi Özbay'dan. O, "Köy Enstitüleri ile İmam-Hatip Okulları..." yazısına takılmış. Şöyle diyor o da:
"Sayın Mustafa Ekmekçi,
5.2.1986 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazınızı okudum. Fakat kafama dedikleriniz pek yatmadı. Kuran kurslarından, imam-hatip okullarından pek hoşlanmadığınız belli. Ben şimdi olaya biraz değişik açıdan yaklaşacağım. Yani demeyeceğim ki, Kuran kursları şöyle faydalıdır, böyle iyidir; şunu yapmadılar, bunu yaptılar, değil. Yalnız gayem size bir iki şey söylemek. Bundan sonra söyleyeceğim kelimelere hazır olun. Basit gibi gelir fakat çok dehşetlidir: 'İnsan nereden geliyor, nereye gidiyor, necidir?' Düşünüyorum da, dünyada bir tane başıboş hareket yok. Vücudumuz ise bir harika. Biz sadece yemeği ağzımıza götürüyoruz o kadar. Gerisi, herşey nizam içerisinde. Kalsiyum kemiklere, fosfor göze gidiyor. Tam tersi olsa göz kemikleşir. Kemikler yumuşar. Şimdi biz bunlara kendiliğinden olabilir diyebilir miyiz? Diyemeyiz. O halde diyebiliriz ki, 'Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az kalacaktır. Ve vazifesi çok bir misafirdir. Az bir ömürde ebedi ahiret hayatına lazım olanları tedarik etmekle mükelleftir.'
İşte Mustafa Ağabey, kabiri, ölümü kapatırsan o yazıları yaz, fakat o kapı kapanmıyor. O halde öyle yazmaktan vazgeç. Dünya hakikaten fanidir. Şimdi sana güler yüzlü gözükür, fakat imtihandayız... Öyle gerçekler var ki; işte Prof. Arthur Ellison, yeni Müslüman oldu. Hem de 500 kişinin önünde. Mahşerde görüşmek üzere hoşça kalın.."
O yazdıklarım, kimsenin inancıyla ilgili değil, dinin sömürüsü ile ilgilidir. Önce bunun açıklıkla anlaşılması gerekir. Seyfi Sadi Pencap, Kurtul Altuğ'a anlatmış, o da "Ajans-Türk" dergisinde yazmış. İsmet Paşa, laiklik konusunda çok titizdi. Din sömürüsüne dünyada katlanamazdı. Bir gün Seyfi Sadi Pencap İsmet Paşa'ya sorar:
Paşam biz Cumhuriyet nesliyiz. Bizim için artık Atatürk ile İnönü eşdeğerlidir. Size bir soru sormak istiyorum. İrtica meselesi (gericilik sorunu) gerçekten korkunç, ama siz bu konuda niçin bu kadar reaksiyonersiniz (tepkilisiniz)?
Katil, hırsız, komünist, faşist, hepsi canından korkar; ama bu öleceği zaman kendisinin Hazret-i Peygamberin yanma gömüleceğini sanır... Bunlarda ölüm korkusu yoktur. Her şeyi yapar...
Sabahattin Selek’de, İnönü ile ilgili "Hatıralar" yapıtında aktarır İnönü'nün sözlerini. İttihat-Terakki dönemini anlatan İnönü, anılarının bir yerinde şöyle der: "... Osmanlı İmparatorluğu’nda irtica, zamanın tabiatına uygun olarak, her hükümet devrinde şeriat elden gidiyor diye ayağa kalkar; ondan sonra gelen iktidar, şeriatın asıl sahibinin kendisi olduğunu ispat etmek için daha çok yarış yapar. İdarede hiçbir zaman temelli bir değişiklik olmaz. Cumhuriyet devrinde biz laikliği koyduğumuzda, o zaman şeriatla aramız esasından açılmış oldu. Daha başka bir tabirle, Türkiye'de ilk defa şeriata biz karşı çıktık. Fakat esefle belirtmek gerekir ki, bizim zamanımızda ve bizden sonra gelenler arasında da şeriata sahip çıkanlar oldu. Bugün hala şeriata dayanarak politika yapmak istiyorlar..." (Sabahattin Selek, İsmet İnönü, "Hatıralar", Bilgi Yayınevi)
Milliyet'te, Yener Süsoy'un 9 şubat günü Süleyman Bey'le yapılmış bir röportajı yayımlandı. Süleyman Bey'in "uğur" diye yanından ayırmadığı üç şeyi de resimaltında gösteriyordu. Bunlar, kırat, arı, bir de minik Kuran-ı Kerim'di. Süleyman Bey, Kuran-ı Kerim'ı gösterirken de Yener Süsoy’a "Bunu yazma" demiş, ama o yazmış! İyi etmemiş, din sömürüsüne çanak tutmuş! Gazeteci olduğu için iğneyi önce arkadaşıma batırmalıyım. Süleyman Bey, Yener Süsoy'un "ölümden korkar mısınız?"sorusuna da şu yanıtı veriyor:
Kuran-ı Kerim’de var. Hz. Peygamber "ölümü herkes tadacak" diyor. Ölüm bir yerde kurtuluştur. Ölümden korkmam diyen olmaz. Ama inanç sahibi insanlar için ölüm mukadderdir...
Süleyman Demirel'le eşinin çağrılarında şöyle yazıyordu:
"11 Şubat 1986 tarihinde Dedeman Oteli'nde tertiplemiş bulundukları davete teşriflerinizi rica ederler"
O saatte eşimle birlikte gittik. İçeri girmek olanağı var mı? Bir ana-baba günü. Eşimi bir arabayla geri gönderip olayı izlemek istedim. Atatürk Spor Salonu'nun beş bin kişilik kurultay kalabalığını, Dedeman Oteli'ne yerleştirmeye çalışın, öyle. Merdiven trabzanları sallanıyor. Bir kaza çıktı çıkacak! Dışarıda bekleşenler, "Yasaklar kalksın!” diye bağrışıyorlar. Beş yıldır susan Süleyman Bey'e de kapatılan AP yetkililerinin sevgi gösterileri bunlar. Polis görevlilerinin davranışı ilginçti; Ekin A.Ş.'ye gösterdikleri asık yüz burada yoktu.
İllerden, ilçelerden gelmişler, onca yolu tepmişler AP'liler... Birine sordum:
6 Kasım'da kime oy verdiniz?
ANAP'a oy verdim!
Yine verir misiniz?
Vermem!
Bir yeniden doğuş mu var? Nehit Menteşe'ye:
Analı-babalı büyüsün! dedim, kalabalıkta. Bu birinin çok hoşuna gitti. Nahit Menteşe'ye sordu, "Ne demek istiyor" gibisine. Menteşe:
Bizim yeni torun oldu, herhalde onu kutluyor! yanıtını verdi.
Deneyimli, eski bir politikacıya, Dedeman olayı ile ilgili yorumlarını sordum. Şöyle dedi:
İktidara giden yol bu değil. Bu, Süleyman Bey’in kendisine karşı gösterilmiş değerbilirlik olarak iyi bir şey. Ama bunu "politik güç" diye yorumlamak yanlış. Oraya gelenler çok "profesyonel” kadrolardır. Onlar kendi doğrularını söylerler. Profesyonel kadrolarla halk arasında, seçmen arasında büyük uçurum var. Zaten parti liderlerini yanıltanlar da profesyonel kadrolar. Karşıdaki profesyonel kadroyu yenik düşüreceğiz diye, habire liderlerini yanlış doğrultuda oluştururlar. Halk başka bir olaydır. Türkiye’deki politik dramın biri de bu. Profesyonel parti yönetim kadroları ile o partinin seçmen kitlesi arasında bir kopukluk var. Dram burada yatıyor...
Dedeman'dan Müşerref Hekimoğlu, Teoman Erel’le birlikte çıktık. Bir taksiye bindik. Şoför ANAP'a oy vermişti, yine ANAP'a oy vereceğini söyledi!
Türkiye'de kaç perdelik bir dram yaşanıyor?
*
Aydınlar Dilekçesi Davası'nın aklanmayla sonuçlanan son duruşmasına Amerikan B. Elçiliği Basın Ataşesi Marcie Berman Ries ile çevirmeni Çağpar Fıkırkoca'nın da geldiğini yazmıştım. O duruşmada Fransız Basın Ataşesi de varmış, adı Laurence Rist. Çağpar Fıkırkoca, Amerikalının değil Fransızın çevirmeniymiş. Duyurur, özür dilerim...