Perşembe Yemeğinde...

Sümeyra Çakır, ölümünden iki ay önce, Frankfurt yakınında, Aschaffenburg’ta çalıp söylemişti. Bu onun son dinletisi oldu. Dinleti çok başarılı geçmişti. Dinleti Kent tiyatrosundaydı. Salon tıklım tıklım doluydu. Eşi Hasan Çakır anlattı bu dinletiyi, şöyle dedi.
-Orada, mikrofon filan hep Sümeyra’nın sevmediği şeylerdi. Önünde bir şey olmasın isterdi. Ses açısından güzel bir tiyatro olduğu için son derece güzel bir konserdi. Yorgundu Sümeyra, ama o hep şeyi söylerdi; “Ben, söylerken bütün acılarım duruyor. Söylerken her şeyi unutuyorum. Ne acım, hiçbir şeyim kalmıyor. Hep yepyeni oluyorum. Hep böyle, hep söylesem...’’ diyordu. İşte, ölümünden çok kısa bir süre önce de. “Artık söyleyemezsem, kalkıp söyleyemezsem, o zaman..." demişti. Hasan Çakır, "Beni de en yakan şey bu işte" dedi, “dediğini yaptı. Söyleyemediğini anladığı anda, hakikaten yaptı bunu" diye ekledi. Hasan Çakır konuşamıyordu...
Ruhi Sular, Sümeyra Çakırlar, törenlerde kalmamalı. Onlar, türkülerde yaşatılmalı. Gençler, öğrencileri olmalı, yetişmeli...
* * *
Sümeyra Çakır’ı Zincirlikuyu’da bıraktıktan sonra, Anna Turay’la Uğur, gazeteye haberi yetiştirmeye gittiler. Ben Tarabya’ya. "Perşembe Yemeği”ne geçecektim. Bizim, Ankara'daki "Cumartesi yemekleri" gibiydi. Bizim cumartesi toplantıları "Körfez”de olur. Cumartesi toplantıları 22 yılı doldurdu. Bu arada, birçok arkadaşımız öldü. Ceyhun Atuf Kansu, Necdet Özdemir, “halaoğlu" Erdoğan Erman, Tahsin Saraç, Cemal Süreya. "Cumartesi toplantıları”na katılırmış. 17 Mart, cumartesi günü, "Beybaba" Ceyhun Atuf Kansu’yu anacağız, öbür ölenlerle birlikte. Gömütlüğe gidip tüm ölenler adına ya da her birinin gömülerine ayrı ayrı
-Necati öyle diyor- birer çiçek bırakacağız: sonra Körfez’e gelip onların anısına içeceğiz!
Perşembe yemeği, Tarabya’da "Filiz"deydi. Orayı bulmam güç olmadı. Daha doğrusu taksi şoförü kolay buldu.
Öğrendiğim, "Perşembe toplantıları"na çağrılılar katılıyordu. İlhan Selçuk da, Sami Karaören de, gelmemi istemişlerdi. Ancak öbürlerinin haberi yoktu..
-Oooo, Ekmekçi geldi! dediler. Nadir Nadi’yle İlhan Selçuk'un arasında bir sandalyeye iliştim. Masa, dört köşe biçimindeydi. Konuşmaları, herkes izleyebiliyordu. Kimler mi vardı? Merih Sezen, Necdet Uğur, Sami Karaören, Turhan Selçuk, Yavuz Gün, Osman Nuri Torun, Oktay Akbal, Dr. Gürbüz Barlas, Agop Arad, Dündar Akünal, Salih Şanver, İlhan Selçuk, Nadir Nadi.
Ali Sirmen, Melih Cevdet Anday'la Yaşar Kemal de, Perşembe yemeklerinin gediklilerindenmiş, ama o gün yoktular. Nadir Nadi'ye, Köy Enstitülerinin 50. yılının yaklaştığını, bu konuda Cumhuriyet'in bir kampanya başlatmasını anlattım. Sümeyra’nın ölümünü, Cahit Külebi’nin oğlu Ahmet Külebi'nin ölümünü anlattım. Çok canı sıkıldı. “Yaz bunları” dedi. Yemeğin tadını da kaçırmak istemiyorum. Orada günün olayları konuşuluyor.
— Ekmekçi sen Ankara'dan geldin, haberler sende!
Ne yanıt vereceğimi şaşırıyorum; Türkiye’de bilinmeyen bir şey mi var ki, haberler bende olsun. Necdet Uğur'un 4 şubat pazar günkü "Günaydın ’da Osman Arolat’la bir konuşması vardı, ilginçti. Necdet Uğur, özetle şöyle diyordu:
"... Özgürlükler konusunda Türkiye'de inanılmaz bir saplantı var. Özgürlüklerden korkuluyor. Sanki özgürlükler geldiğinde Türkiye'nin elinde bir bomba patlayacak zannediliyor. Peki, nasıl özgür olunacak? Toplum özgürlükleri çağdaş olarak nasıl kullanacak? "Bir gün gelecek olgunlaşacak…” Dünyada böyle bir şey yok. Hiçbir toplum, kendi oturduğu yerde, vesayet altında iken, özgürlük için olgunlaşmamıştır. Her toplum başını gözünü yara yara, hata yaparak, ama uygulayarak özgürlükleri elde etmiştir. Türk toplumuna özgürlükleri elde etme çabasını kullandırmıyorsunuz. Araçları kullandırmıyorsunuz. Ve bir gün gelecek olgunlaşacak diyorsunuz. Hiç bilmediğini, deneyim kazanmadığı bu aracı bir gün kendiliğinden kullanacağına inanıyorsunuz. Bir defa bu bitmeli. Bütün özgürlükleri, düşünce özgürlüğü en başta, inanç özgürlüğü de dahil hepsini uygulamaya koymalıyız. Elbette hata yapacağız. Batılılar kaç yüz yıldan beri hatalar yaparak bu noktaya geldiler. Hâlâ da yapıyorlar. Bırakın biz de hata yapmak özgürlüğünü ve faziletini kazanalım ki öğrenelim, sonuca varalım. Onun için kamuoyu konuya biraz böyle bakmalı. Hemen ufak bir kusurda, demokrasinin kesintisini düşünmeyelim. Türk halkı gibi dünyayı günü gününe evinden takip eden bu toplumu böyle birkaç kişinin vesayeti ile kendinden menkul kerametiyle yönetme imkânı yoktur. Özgürlüklerin kullanılmasında bir görüş birliğine varırsak, ki bu kaçınılmazdır, Türk devlet yapısının değiştirilmesinde bir uzlaşmaya varırsak, ki yapılacaklar bellidir, Türk demokrasisinin bugünkü kısıtlamalardan ve vesayetten kurtulmasını kabul edersek, halka güven esası üzerinde tamamıyla kendi kendine işler bir yapıya dönmesinde mutabakata varırsak bunalım biter. Halkın yönetimde katkısı olursa, halk yönetimin bir parçası olur, ekonomiden payını alırsa, anarşiyi besleyen ortam yok olur…”
Ankara'da, DGM Savcılığı’nın buyruğuyla, Muzaffer İlhan Erdost gözaltına alındı: 36 saat sonra salıverildi. Geceyarısı 01.00'de gözaltına alınabiliyorsa Türkiye'de bir yazar, o ülkede faşizm vardır. Eğer o ülkenin Adalet Bakanı, "DGM Savcısı bizi dinlemiyor” diyorsa, tehlike daha da büyüktür. Yüksek yargıçlar -Savcılar Kurulu, Ankara DGM Savcısı Nusret Demiral’-la, yardımcısı Binbaşı Ülkü Coşkun haklarında, soruşturma açılmasını önermiştir. Soruşturmayı açıp açmamakla görevli olan kişi Adalet Bakanıdır. Adalet Bakanı, bir danışıklı dövüş içinde değilse, soruşturmayı başlatır, sonuçlanmasını sağlar. İnsan Hakları Komisyonu'na bilgi vermemede direnen DGM Savcısı Nusret Demiral, davranışıyla Türkiye’nin dışındaki saygınlığına gölge düşürmüştür. Binbaşı Ülkü Coşkun da öyle. Dış dünyada, saygınlığını bu savcılar yüzünden yitirmiş olan Türkiye, daha çok saygınlık yitirmemeli. Türkiye'de yargıyı, adalet duygusunu zedeleyenlerin görevlerinden alınmaları, gerektiğinde yargılanıp cezalandırılmaları, ülkenin de kendilerinin de yararına olur...