Tahsin Saraç’ın ölüsü İzmit'ten Türk bayrağına sanlı geldi Ankara'ya; İbni Sina Sayrılarevi'nin ”morg"una kondu. "Morg" sözcüğünün Türkçe karşılığı yok mu? Tahsin Saraç’lar, neden bir karşılık bulmamışlar ki? İzmit Belediye Başkanı Sefa Sirmen, belediyenin sayrı arabasını (ambulansını) vermiş; sıra, ne örtüleceğine gelmişti; Oralp Basım, Tahsin Saraç'a yakışanı usuna getirdi; Tahsin'e bayrak örtülmeliydi. Öyle yapıldı. Maltepe Camisi’nde de bayrağa sarılı durdu. Maltepe Camisi'nin avlusu ana baba günüydü. Ankara Belediyesi’nin bandosu da dışarda bekliyordu. Bir arkadaş:
Bando ile kaldırılacağını bilse, Tahsin çok şaşırırdı! dedi.
"ODTÜ'de Neler Oldu?” yazıları bittikten sonra, Tahsin Saraç'ın son kitabı ‘‘Çıplak Kayada Çimlenmek” kitabı üstüne yazacaktım, kafamda onu çatıyordum. Hasan İzzettin Dinamo vardı. Kevork Acemoğlu vardı: İrma, Kevork'u ne güzel anlatıyordu. Tahsin okudu mu acaba o kitabı?
Cami avlusunda, gömütlükte, bakıyordum, kimler vardı diye, kimler yoktu ki? Aziz Nesin'i görememiştim, Oralp anlattı, ağlıyormuş. Aziz Nesin’i, oğlu Ali Nesin'in, Isparta Askeri Mahkemesi'nde duruşması sırasında, gözleri yaşlı görmüştüm, bir kez; bu kez hüngür hüngür ağlamış Aziz Bey; Tahsin, onun için bir oğuldu gerçekten. Arkadaştan çok ileri bir kişi. Ankaralar’a geldiğinde, onun çalışma yerinde yatar, yurtdışı, yurtiçi gezilerde, toplantılarda birlikte olurlardı. Aziz Nesin neredeyse, Tahsin Saraç oradaydı çoğu...
Aziz Nesin çok sevdiği bu kişiye takılır, öfkelenir; beğendiğini de saklamazdı; Tahsin Saraç için “Parisien From Muş” diye o mu demişti? “Muş’tan çıkan Parisli” anlamına bu söz, Tahsin'i ne güzel anlatırdı. Özüyle Muşlu, yaşam biçimiyle Parisli!
Aziz Nesin, Tahsin Saraç'ın ölüm haberini aldığı gün, oturmuş, Tahsin Saraç'ın, yıllardır kendisine yazdığı mektupları derleyip, toplamış, birlikte Ankara'ya getirmişti. ‘’Bunları yayımlayacağım” diyordu. Bir de Tahsin'in çalışma odasının, bir müzeye dönüştürülmesinden yanaydı. “Avrupa'da, dünyanın birçok ülkesinde bu var, Tahsin Saraç’ın çalışma yeri de öyle olmalı" dedi. Tahsin Saraç, ölümünden önce, loanna Kuçuradi'ye, bu çalışma yerinin küçük geldiğini söylemiş, Çankaya’da bir yer bulabilip bulamayacağını sormuştu...
Tahsin Saraç'ı yıllardır tanırdım, özellikle 12 Mart faşizminin en civcivli döneminde, arkadaşlığımız pekişmişti. Gözaltındayken Tahsin'e sormuşlar:
Ekmekçi'yi nereden tanıyorsun?
Yazılarından... demiş, ama düşünmeye başlamış; "Neden Ekmekçi'yi sordular acaba?" diye. Daha sonra sormuşlar: "Mümtaz Soysal'ı nereden tanıyorsun?" diye, düşünürken, Tahsin Saraç bulmuş, neden sorduklarım:
Hımm, demiş, telefon deflerim ellerinde ya, oradan bakıp soruyorlar. Rahatlamış...
Gömütü başında, Cevat Geray, Orhan Asena, Suphi Karaman konuştular. Orhan Asena, Aziz Nesin gibi, ondan daha da eski arkadaşıydı belki Tahsin'in, özette şöyle dedi:
"Şiiri gibi insandı Tahsin Saraç, yani güç ve güçlü. Güçtü şiiri. “Çağsız Yalvaç'ı iki yılda tamamladığını söylemişti bana, iki yıl bir şiiri kovalamak. Bunu ancak Tahsin Saraç yapabilirdi. Çünkü, en katlanamadığı şey sıradanlıktı. "Sanatta sıradanlık olmaz” derdi. "Orta karar sanatçı olmaz" derdi. Sanatsa, doruklarda olmalı, sanatçı ise hep kendi kendisiyle yarışta. Hep kendi kendisiyle yarıştaydı Tahsin Saraç. Ozan olarak da insan olarak da. Bunun için güçtü şiiri, bunun için güçlüydü.
Hiçbir ölçüye sığmazdı Tahsin Saraç. Dostluklarında ölçüsüzdü, sevgide ölçüsüzdü, kavgalarında ölçüsüzdü, özveride ölçüsüzdü...
Uçların adamıydı Tahsin Saraç. On veremediğine sıfır verirdi. Dostluğumuzda en çok tartıştığımız konu buydu. Ona kalırsa sıfırla on arasında ara numaralar sanatı da yozlaştırırdı, insanı da.
“ Aslında yüreği alabildiğine açıktı insanlara. Ama bu yürekte uzun süre kalmak, yaşamak güçtü. Çünkü o, kendine uyguladığı katı, katışıksız ölçüleri, yüreğini açtığı insanlara da tıpkısına uygulardı. Hiç ödün vermeyen bir insandı ve sevdiği, yüreğine aldığı insanın ödün vermesine katlanamazdı. Ufak tefek kusurlar, yanlışlıklar umurunda bile değildi, büyük bir bilgelikle bağışlamasını bilirdi bu gibileri. Bağışlayamadığı dönelikti, korkaklıktı, aptallıktı. Her zaman haklı mıydı yargılarında bilemiyorum, yalnız o, bu ölçüyü en acımasız biçimde kendine uygulardı ilkin. Bunu biliyorum işte.
Bu ödün vermezliği öylesine bir yaşam biçimi, yaşam biçemi haline getirmişti ki ölümü bile bir ödün, tanrıya ödün sayar, korku değil, tiksinti duyardı. Okuyun şiirlerini, ölümden korktuğunu gösteren tek satır bulamazsınız, ama tiksinti bas bas bağırır.
Şiiri gibi insandı Tahsin Saraç. Hep parlamaya hazır bir volkan gibi hep uçurum kıyısında bir çiçeğe tutunmuş. Onu ölümün tiksinç görüntüsünden hep bir çiçek güzelliği korurdu, ölümle yüzgöz olmuştu sanki, ölüm onu otuz yedi yaşında yoklamış, yenişememişlerdi. Çağının ozanı olarak, çağının çirkinlikleriyle her gün yüz yüze, hainliklerle, dönekliklerle, her gün verdiği kavgalarla dört kez patlatmıştı yüreğini. Dördünde de ayağa kalkmış, kaldığı yerden sürdürmüştü kavgasını. Bir süre, doktor olmam nedeniyle daha ılımlı yaşayabilmesi için uğraş verdim. Ama gördüm ki eşkin atlar gibi gem ve dizgin onu daha yoruyor, daha sıkıyordu. Bir haksızlığa tanık olup da haykırmamak, o haksızlığı yüklenmek kadar acı veriyor ona; bıraktım kendi doğasına. Belki de onu doludizgin yaşamına bırakmak ömrünü arttırdı. Yirmi iki yıl daha kazandı yaşamdan.
Şiirleri bir şölen bahçesiydi tadına varanlar için, o herkese açık sofrası da bir şölen sofrası. Gerçekten de dolu dolu geçerdi o sofra sohbetleri (Orhan Asena'nın sesi titriyordu.)
Tahsin! En korktuğum şeydi bir gün ardından konuşmak ya da yazmak zorunda kalmak. Çünkü ne kadar zorlasam kendimi, gene de eksik bir şeyler, unutulmuş bir şeyler kalabileceğini düşünürdüm. Korktuğum gibi oldu... (Orhan Asena hüngür hüngür ağlıyordu)"
Suphi Karaman da şöyle dedi:
Tahsin Saraç, yüce bir insandı; ozandı, sevgiyle Türkiye’yi kavradı; yüreği, Türkiye'ye dayanamadı...
4 Temmuz 1989, Cumhuriyet