12 Eylül sıcağında, kimi Hamzakoy’a, kimi Uzunada'ya gönderilmiş parti liderlerini telefonla arayıp, birkaç tümcecik de olsa konuşmaya çalışıyorduk. Hacı Başbuğ'u hiç aramadım doğrusu; elim varmıyor muydu, neydi? Erbakan Hoca’yla konuşuyordum. Uzunada'da askerlik yapmıştım. Her bir yerini biliyordum:
Hocam, incirler, zeytinler nasıl duruyorlar mı yerlerinde?
Necmeddin Hoca, "Ne yapayım bu mevsimde zeytini, inciri?'' der gibi karşılık veriyordu
Duruyorlar!
1951'de yapmıştım askerliğimi Uzunada'da Buraya Kösten adası dedikleri gibi, "Eşek adası”da diyorlardı. Ada'da iki yüze yakın eşek vardı. Bu eşekler, İzmir'de inemeyenlerin kadın gereksinimlerini de mi karşılıyordu ne? Erbakan Hoca, bir ara telefonda.
Sayın Ekmekçi, dedi, askerlerden tanıdıklarınız vardır; onlara söyleyin, bizi buradan çıkarsınlar, onlara yardımcı olalım. Bizim deneyimlerimiz var. Yardımcı oluruz!
İçimden, "Hocam oturun, oturduğunuz yerde! Sizin yardımlarınıza gereksinimleri olsa. niye oralara göndersinler?" diye geçirir, seslenirdim:
Olur hocam olur!
Aramalarımdan çok duygulanmıştı hoca, Ankara'ya döndüğünde, "Şu Ekmekçi, ne vefalı adam.'" demiş, yakını bir gazeteciye. Dönüşünden sonra, hemen hiç görüşmedik. Bazı gazeteci arkadaşlarla, yemek yedi, çay içti. Belki de, benim domuzla ilgili yazılara bozulmuştu. Olabilir. Erbakan hoca bozulacak diye, doğruları yazmaktan geçemem
Hacı Başbuğ’a gelince. MHP’nin duruşması vardı; Mamak'ta birkaç duruşma birden görülüyordu mahkemelerde. Bir duruşmayı izlerken, birlikte gittiğimiz Teoman Erel'e:
Haydi MHP'lilerin duruşmalarına da gidelim, dedim…
Gidelim!
Basına, sanıkların en arkasında yer ayrılmıştı. Hacı Başbuğ’la öbür sanıklarsa öndeydi Teoman’a:
Ben, öne gidip yüzlerini de görmek istiyorum! dedim.
Sen git, ben gitmem! dedi Teoman. Boynumda fotoğraf makinem, öne gittim. Şöyle seyrediyorum Hacı Başbuğ. Agâh Oktay Güner'le yan yana oturuyorlar. Yanlarında da Tahsin Ünal; Tahsin Ünal, çocukluktan arkadaşım Kevser’in eşi. Agâh Oktay Güner'le göz göze geldik. Karşılıklı gülümsedik, o, koluyla Hacı Başbuğ’u dürttü, "Ekmekçi gelmiş!" diye fısıldadı. Onunla da selâmlaştık. Sonra, gidip Teoman’ın yanına, yerime oturdum.
Agah Oktay Güner, ilk salıverilenlerdendi. Milliyet'in yaş günü kokteylinde, karşılaştıklarının "geçmiş olsun”larına karşılık verirken, bir bir ellerim sıkıyor, teşekkür ediyordu Orada Feyzioğlu filan da var Agah Oktay Güner, oradakilere:
Kusura bakmayın, buradakilerden bir. Ekmekçi’yi öpeceğim! dedi. "Çünkü o, bir kara günümüzde bize gülümsedi!" diye ekledi Kucakladı...
Agah Oktay Güner'e sordum:
Sizi gördüğümde, Tahsin Önal size bir şey söyledi. Ne dedi?
"Bak, ne varsa yine Konyalılar’da var!" dedi. Orada bize gülümsemen, onu çok mutlu etmişti!
Süleyman Bey, bir gün telefonda şöyle dedi:
Ekmekçi, Allah senden razı olsun!
Neden?
Yine de insaflı yazıyorsun.
Elbette Süleyman Bey, bizden başka ne bekliyordunuz? Elbette insaflı yazacağız!
Allah sizden razı olsun!
12 Eylül öncesinde, Süleyman Bey'e en ağır eleştirileri yöneltenlerdendim. Bir yazımda, "Bir daha, geri dönmemek üzere, politikadan gideceğini" yazdım. 12 Eylül’ün olacağını düşünmemiştim!
Ecevit’e halkın "Karaoğlan" dediğini basında ilk yazan, bunu tutturan bir gazeteciydim. Onunla da, Süleyman Bey'le olduğu gibi. Hamzakoy'dayken telefonla çok konuştum. Konuşmalar ne olabilir? Hep havadan sudan Bülent Bey bir kez "Konuşmalarımız meteorolojik oluyor!" demişti. Gülüştük. Oradan geldikten sonra, bir iki kez ya konuştuk ya konuşmadık. Bir ara.
Türkiye'de tek yazar var. O da Nazlı Ilıcak! demişti…
Bir daha, şöyle oturup konuşmadık. Aradığı gazeteciler arasında değildim sanıyorum.
Süleyman Bey de, Bülent Bey de 6 eylül halkoylaması ile ilgili anayasa değişikliği sırasında oyuna geldiler. 175. maddeyi, değiştirme konusunda ödün vermemeleri gerektirdi Hinthorozu'nu bu konuda yapayalnız bıraktılar. Turgut Bey'in oyununa boyunlarını uzattılar. Kurbanlık koyun gibi meleyip durmanın bir yararı olmayacağını düşünmediler. "Nasıl olsa, halk bizi sever, yasaklan kaldırır!” diye geçirdiler içlerinden Oysa, 175. maddeye karşı direnip, "Gerekirse, gerekiyorsa yasaklar da kalkmasın!" diyebilselerdi. Turgut Bey'in bir oyununu bozabileceklerdi. Bunca yıllık deneyimi oldukları sanılanlar, bunu beceremediler.
Yasaklı kalsalardı, daha güçlü olacaklardı. Bunu bilemediler. Yine halkoylamasında, “evet" değil de "hayır" çıkarsa, bundan onlar bir şey yitirmeyecekler, yitiren Turgut Bey olacak. O da kendi oyununa gelecek sonunda. Demokrasi kurallarıyla oynanan bir oyundur. Oyun içinde oyun değildir! 12 Eylül’ün tek partisi kaldı ülkede, o da gidecek.
Turgut Bey'in “evet”çi görünerek “hayır"cı olması, unutulmayacak bir örnek olsa gerektir. Halk çoğunluğu artık, politikacı hakkında notunu tam verse yeridir.
"Halk bizi sever" derler. "Debbağ (derici), sevdiği deriyi yerden yere vurur!" sözünü unuturlar. Sevgi oya dönüşür mü dönüşmez mi, kim biliyor? İnsanlar sevdiklerine mi oy veriyorlar? 6 eylülde “evet" çıkmasını öyle istiyorum ki, o zaman birçok oyun bozulmuş olacak. 12 Eylül partisi, daha tez gideceği gibi, 12 Eylül’ün "kahraman'' yaptıkları da gidecek! Kemal Türkler öldürüleli yedi yıl geçmiş! Cumhuriyet’te yıldönümü ilanı çıkmasa, kim farkındaydı Kemal Türkler’in?
Kimi sağcı yazarlar, kekeleyip duruyorlar: Bir yandan 6 eylül oylamasına “evet” oyu toplamaya çalışırlarken, bir yandan da SHP toplantılarını filme alan polisin davranışını savunuyorlar. Buna da "demokrasi" diyorlar. Yaşamlarında tek bir gün “demokrat" olmamışlar ki. 12 Eylülcülere, “nereye gidiyorsun?" diye çığrışıp, askerlerin paçalarına yapışanlar, kalkmışlar bir de, 'demokrasi" dersi veriyorlar. Oyunun bir perdesi de bu olmalı!
30 Temmuz 1987, Cumhuriyet