“Türban yasağı” Atatürk ilkelerinin en başında geliyor. Laik cumhuriyetin temeli gibidir. Mustafa Kemal daha Erzurum’dayken, arkadaşı Mazhar Müfit’e (Kansu) (1874 -12.11.1948) şöyle der (Mazhar Müfit anlatıyor):
“Mazhar, not defterin yanında mı? diye sordu.
Hayır Paşam... dedim.
Zahmet olacak amma, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel.
Dedi. Nerede ise sabah olacaktı. Fakat O’nun yanında iken dünya, gecesi gündüzü olmayan bir âlemden ibaretti. Binaenaleyh, uyku ihtiyacı da yoktu. Hemen aşağıya indim. Not defterini alıp geldim.
O, hatıra defterime ve günü gününe her hadiseyi not edişime hem memnun olur, hem de bazen lâtife etmekten kendisini alıkoyamazdı.
Hafızalarımız zayıfladığı zaman Mazhar Müfit’in defteri çok işimize yarayacak.
Derdi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını birkaç nefes üst üste çektikten sonra:
Amma, bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, birde sen bileceksin. Şartım bu...
Dedi. Süreyya da, ben de:
Buna emin olabilirsiniz Paşam... dedik. Paşa, bundan sonra:
Öyle ise, önce bir tarih koy! dedi. Koydum: 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı. Tarihi, sayfanın üstüne yazdığımı görünce: ‘Pekâlâ yaz!’ diyerek devam etti:
Zaferden sonra şekl-i hükümet cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce de bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim bu bir.
İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.
Üç: Tesettür (örtünme) kalkacaktır.
Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.
Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu gözlerini bir takılışta birbirine çok şey anlatan konuşuşuydu.
Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim.
Neden durakladın? deyince:
Darılma amma Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var, dedim. Gülerek:
Bunu zaman tayin eder. Sen yaz, dedi. Yazmaya devam ettim.
Beş: Latin hurufu (harfleri) kabul edilecek.
Paşam kâfi, kâfi... dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edası ile:
Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter! diyerek, defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım. İnanmayan bir adam tavrı ile:
Paşam sabah oldu. Siz oturmaya devam edecekseniz hoşçakalın... diyerek yanından ayrıldım. Hakikaten gün ağarmıştı. Süreyya da benimle beraber odadan çıktı. Fakat, burada ve bu anda hadiselerin beni nasıl tekzip ve Mustafa Kemal’i teyit ettiğini (doğruladığını) daha doğrusu Mustafa Kemal’in beni nasıl bir cümle ile hapt (karşılık veremez duruma getirdiğini) ve mahcup ettiğini (utandırdığını) itiraf etmeliyim.
Çankaya’da akşam yemeklerinde birkaç defa:
Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine Erzurum’da tesettür kalkacak, şapka giyilecek, Latin hurufu kabul edilecek, dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman defterini koltuğunun altına almış ve bana hayalperest olduğumu söylemişti.
Demekle kalmadı. Bir gün mühim bir ders de verdi. Şapka inkılabını ilan etmiş olarak Kastamonu’dan dönüyordu. Ankara’ya avdet ettiği anda otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisi’nin başında birer şapka vardı. Kendisi neyse ne? Fakat, kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Reisi’ne de şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu, beni yanına çağırdı ve birden:
Azizim Mazhar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun? deyiverdi...” (Mazhar Müfit Kansu, “Erzurum’dan Ölümüne Kadar, Atatürk’le Beraber” S. 130-132)
***
Yolda sokakta, başlarını örtmüş, bir örnek mantolar giymiş bayanları görürsünüz; görürsünüz de kendinizi! İran’da ya da Afganistan’da sanırsınız. Dünyada Atatürk Türkiyesi’nin insanları böyle giyinemez. Bu dini politika için kullananların işidir. Bu biçim giyinenlere, ayda 100 dolar mı, 200 dolar mı ödendiğini duyardım. Halkın yoksulluğundan yararlanarak, yapılmayan “sahtekârlık” kalmıyor. Dincilikten yararlanıp oy arkasında koşarlar. “Öcü “gibi giyinmiş kadınları seçim öncesinde kapı kapı dolaştırırlar. Bunların onurlar, olmadığı gibi, kadına saygı da duymazlar. Kadın, ikinci sınıf kişidir.
Böyle bir ortamda, Yargıçlar-Savcılar Kurulu, oyuna geldiğini söyleyerek, “türbanlı” yargıç adaylarının yargıçlığını kabul etme durumunda kalıyor.
Din sömürüsü, 1950’de Türkçe ezanın Arapçaya çevrilmesiyle başladı. 1950-1960 arasında DP’li kimi politikacılar. Said Nursi’nin elini öpmeyi bir şey sandılar. Oy toplayacaklarını umdular, 1960 devriminden sonra, usları başlarına gelmeyenler, “Müslüman Başbakan” geçinmeyi “marifet” sandılar. Cami avlusunda takke giydiler. Şimdi, boynuz kulağı geçti! Bir de Atatürk’ten laiklikten söz ederler. Kim inanır bunlara!