Öpücük Azık Olur mu?

1960'lı yıllarda, İsmet Paşa Başbakan, Yüksek Planlama Kurulu’na Başkanlık ettiği sırada bir gün Keban projesi görüşülmekte. O zamanın plancıları, Osman Nuri Torun, Attila Karaosmanoğlu, Necad Erder Başbakanın çevresinde oturuyorlar. Biri Keban projesi ile ilgili bilgi veriyor. Ne kadar güçte elektriğin tellerden geçeceğini, bu elektrik akımından ne kadar fabrikanın çalışacağını anlatıyor. Bu cereyan öyle güçlü ki, dokunanı yakar, kül eder...
İsmet Paşa dinler, dinler, birden konuşanın sözünü keser:
— Peki, bu elektrik yüklü tellere konan serçeler ne olacak?
Büyük bir sessizlik olur, bir an herkes durur. Sonra birden makaraları koyuverirler.
Diyelim, İsmail Gülgeç'in serçesi konmuş! Abooov...
İsmet Paşa’nın sorusunda, sıcak bir sevgi yatar. Telgraf telleri, güzel şeyleri bildirmek için yaşar belleğimizde. Türkülerde vardır: “Telgrafın tellerine kuşlar mı konar / İnsan sevdiğine böyle mi yanar?”.
Erzurum’dan bir türkü de şöyle:
Erzurum’dan kalk da gel / lavoo (delikanlı) lee Lavoo lavoo / Sular gibi ak da gel / Dağlar oyy dumandır lavoo / Eğer yolu bilmezsen le lavoo lavoo / Telgrafa bak da gel / Dağlar oyy dumandır lavoo...”
Buluşmak için kız, oğlana telgraf direklerine bakmayı salık veriyor. “Direklere baka baka gel, yolu bulursun” diyor. Halk ozanları, aşklarını anlatırken yurdun coğrafyasını da anlatmazlar mı?
Su yolların sızığı / Kız ne bilir yazığı / Eğil eğil bir öpem / O da bir yol azığı.”
Öpücük azık, yani yolluk olur mu? Neden olmasın?
İsmet Paşa’nın konser dinlediği bir sıra, bir akşam, bir genç kız geldi:
— Paşam! dedi. İzin verirseniz sizi öpeceğim!
Paşa’nın izin vermesine kalmadan, sarılıp yanaklarından şappadak öptü. Paşa’nın yanında Mevhibe hanım da oturmakta! Paşa kıpkırmızı kesildi, aşağı yukarı şöyle dedi:
— Bu yaşa geldikten sonra adamı, öperler de öperler artık!
Yollarda gördüğüm insanların suratları neden asık? Çoğu burnundan soluyor gibi geliyor. Burunlarından solumaları, Ankara’nın hava kirliliğinden mi? Başka sıkıntıları mı var?
Tanıdığım yıllarda, Ankara böyle miydi? 1951 de askerliğimi yaptım. Pırıl pırıldı gökyüzü. Püfür püfür eserdi rüzgarı. Çatılarda kiremitler uçardı rüzgardan. Bir Ankara Notları’nda sözünü ettiğim Özcan Ensari anlattı, o Ankaralı.
— Ankara’daki hava kirliliğinin başlıca nedeni, bir mimar tanıdığım söyledi, yüksek yapılarmış. Rüzgar, bu beton duvarları aşıp akamıyormuş ki, havayı temizlesin.
Rûzgarcık ne yapacağını şaşırıyormuş. Ankara'nın belli başlı rüzgar akımını sağlayacak birkaç bölgesi varmış. Örneğin Kavaklıdere, İsmet Paşa’nın Pembe Köşkü'nün çevresine kondurulan dev yapılar, rüzgar mı geçirir aşağıya? Çocuklar, uçurtma uçurmasını da unuttular...
Kavaklıdere’de eskiden kavaklar varmış, yine de tek tük var. Eski Halkevinin bulunduğu yerde de kavaklar vardı. Yaprakları rüzgarda sallanmayan yerde kavak mı yetişir? Uzmanlar Ankara’da hava akımını hızlandırmak için, iki tepenin arasını açmayı bile düşünmüşler zamanında...
Yalnız rüzgar mı? Ankara'da çok kimse güneşin batısını bile seyredemiyor. Çocuklara:
— Hiç, evinizin penceresinden gurubu seyrettiniz mi? diye sorun bakalım, ne karşılık verecekler?
Ozanlar, bir yerlerden rüzgarlarının çalındığını bilmeyecekler mi? Gurubu nasıl çizecek bir ressam?
47 yıl önce,  Ankara şehrinin planlaştırma programı, şehrin her kısmının ve halkımızın ihtiyaçları gözönünde tutularak hazırlanmıştır” diyen. Ankara’nın planını yapan Prof. Jansen. bugünkü Ankara'yı görse, hava kirliliğine dayanamaz, hemen ülkesine dönerdi...
Hava kirliliği bir yana, insanların mutluluğu, yüzlerinin gülmesi önemli; ben bunu sanatçıların, yazarların sağlayacağını düşünürüm. Kir pas içinde de insanlar biribirlerini sevebilirler. Bunu, sanatçılar, yazarlar gün yüzüne çıkarırlar. Onlar özgürlüğü bunun için ararlar. Bugünlerde Fransız yazarı Albet Camus'yu okuyorum; “Denemeler”inde şöyle diyor:
Sanatçı, tarifi gereği, bugün tarihi yapanların emrine giremez; tersine, ona katılanların buyruğundadır. Yoksa tek başına ve sanatının uzağında kalır...”
Camus, yazarın kendini haklı ve canlı bir topluluk içinde duyabileceğini” söylüyor. Şöyle sürdürüyor:
Bu da, yazarın elinden geldiği kadar, sanatının büyüklüğünü yapan şu iki görevi yüklenmesiyle olur: Gerçeği ve özgürlüğü. Sanatçının işi en büyük sayıda insanı toplamak olduğu için, yalanla ve kölelikle uzlaşama,. çünkü, yalan da kölelik de bulunduğu yerde yalnızlıkları çoğaltırlar. Tek tek olarak sakatlıklarımız ne olursa olsun, soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan şu iki göreve bağlı kalacaktır; Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı kovmak.” (Albert Camus. Denemeler”. Çevirenler: S. Eyüboğlu. V. Günyol).