Ölmemeye Bakmalı..

Çocukluktan gençliğe geçiş yılları; Konya Lisesi’nin birinci sınıfında tifoya yakalanıp yattım. O yıl Turgut Bey’le aynı sınıftaymışız. Ama çok değil, dört beş ay birlikte okumuş olmalıyız. İkimizin de birbirimizde iz bırakmadığımızı düşünüyorum. Tüm arkadaşları anımsıyoruz da birbirimizi anımsamıyoruz. Pek silikmişiz demek!
Yıl ortasında, raporla ilçeye, Hadim'e döndüm. Anam:
Hay oğlum, dedi, ölseydin seni şimdiye unuturduk!
Ölenlerin unutuluvereceğini o zaman duydum içimde. Bu, ana sözünü yıllarca yaşadım. Demek unutulmamak için ölmemeye bakmalı!
Ruhi Su'nun yakın dostlarından Hüseyin Ay geldi İstanbul’dan. Bir "Ankara Notları"nda, mektubunu yayımlamıştım Ruhi Su ile ilgili. O, Ruhi Su ölünceye dek, yanına gidip konuşanlardandı. Nikâh tanığı Ruhi Su'ydu.
Dostlar yaşatıyor insanları, diye düşündüm. Sevgi yaşatıyor...
Sıdıka Su, Ruhi Su'nun son bandı "Ezgili Yürek"i yolladı. Şöyle başlıyor Ruhi Su:
"Bir sevgiyle geldi bahar. Ne don vurur, ne meyve verir. Böylece bir çiçek düşlemesi. Ne güzel bir oyundur canım taşlara bakan gözün çiçeği görmesi. Benim memleketimde bugün kırk bin, elli bin liradır resmin metre karesi. Ve dillere destandır canım Turan Erol beyazıyla Bodrum’un mavisi. Bir gece kulübünde bugün kırk bin, elli bin liradır bir Zeki Müren dinletisi. Ve elbette güzeldir canım emeğin değerlendirilmesi. Ama benim memleketimde bugün insan kanı sudan ucuz. Oysa en güzel emek insanın kendisi. Kolay mı kan uykularda kalkıp ninniler söylemesi. Belki bu nedenle yazık, asılmış gibi durur, asılmış gibi kederinden, duvarlarında resim, çalgılarında müzik..."
Ruhi Su, sonra "Serhat Türküsü"nü anlatmaya koyulur:
"Ne murdar öldüler, ne Müslüman oldular! KıIıçsız, kalkansız bir sofra kurdular. Zeytin zeytini getirdi. İncir inciri getirdi. Şerbeti üzüm getirdi. Her biri bir şey getirdi. Kimi meyvesini canım, kimi gölgesini getirdi. Ne dört yüz aslana borçluyuz, ne Şehmus Aslan'a. Ilgınlara, sazlara borçluyuz biz bu toprakları. Bir de yavşana...".
"Başlasın" da şöyle:
"Dünyaya gel, insan başlasın. Tanrıyı bul, korku başlasın. Ağalık, beylik bir bir başlasın. Bin yıl, on bin yıl, bunca emek, bunca yıl. Nemrut bitirsin, Süleyman başlasın. Sen ki dünyayı cennete çevirdin, dünyaya hükmün başlasın...".
Ruhi Su yaşarken öldürülenlerdendi...
Haldun Taner öldü. Haldun Taner üstüne güzel yazılar çıktı. Gazetelere ilanlar verildi. DTCF öğrencileri, başlarında hocaları Prof. Sevda Şener, Haldun Taner için aralarında para topladılar. Toplayabildiklerince, onu bir ilanla uğurlamak istediler. Cumhuriyetin Ankara baskısında ilanları çıktı.
Ayşegül Yüksel, "Haldun Taner Tiyatrosu" konulu bir doçentlik tezi hazırlamıştı. Çalışması kocaman bir yapıt oldu. Geçen yıl, Aziz Nesin Vakfı'nın düzenlediği "Bir Türk Yazarı" konulu yarışmaya gönderdi. Bir örneğini geçen yıl yaş gününde Haldun Taner’e vermişti. Ayşegül:
Tek tesellim, o çalışmamı görmüş olmasıdır... diyordu.
Ankara’da bir din bilgini öldü. Hamdi Kasaboğlu'ydu adı. Seksenindeydi. Onu, 1960'Ii yıllarda, Milliyette çalışırken tanımıştım. Konuşmaları, yazıları geniş yankılar yapardı. Hacca gidecek hacı adaylarının kurbanlarını Suudi Arabistan'da değil, Türkiye’de kendi yörelerinde kesmelerini söyler, "Türkiye yoksul bir ülkedir. İnsanları et yiyemiyor. Bu durumda bir ülkenin çocukları, kurbanlarını çöllerde kuma gömemezler!” diyordu. Kurbanları kendi ülkesinde kesmek daha sevaptı...
Hamdi Kasaboğlu, Mısır’da Cami-UI Ezher'de okumuş, Atatürk ilkelerine bağlılıktan ayrılmamış, tarikatların, gericiliğin her zaman karşısında olmuş aydın bir insan. Onun vaazları "sergi" doluydu. Diyanette Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı'na dek yükseldi. Olup bitenleri gördükten sonra, emekliliğini istedi. Evine çekildi. Sayrılığı sırasında haber göndermiş, görüşmek istemişti. Bir çiçek yaptırıp Cebeci dolaylarındaki evine gittim. Güçlükle konuşuyordu. Bir de Cumhuriyet götürmüştüm:
Yazın var mı? diye sordu.
Mustafa Bey, Müslümanlık güzel bir din, fakat Müslüman yok! diye mırıldandı. Her şey sömürülüyordu...
Kötülere, suç işleyenlere yardımcı olmak, kötülük karşısında susmak, o suça katılmaktır! diyordu.
Daha sayrılanmamıştı, bir gün telefonda kendisine:
Hocam, ben domuzla ilgili yazılar yazıyorum! demiştim. Temizlenince, trişin tehlikesi giderilince, neden yenmesin? Güldü...
Kuran’ı ezbere biliyor, hemen çevirisini, yorumunu yapıyordu. Nasıl bir hoşgörü içindeydi anlatamam. O da yaşarken öldürüldü mü?
Şimdi ramazan başladı ya, din sömürüsünü seyredin artık bir ay boyunca. Gazetelerin kimine şöyle bir bakın görürsünüz...
Marmaris'ten bir mektup almıştım kısa bir süre önce. Turizm beldesi Marmaris'te, Kuran kursları göze çarpıcı boyutlara ulaşmış. İlçede sabah, öğle, akşam tek sıralı, mavili kırmızılı başörtülü henüz çocukluğunu bitirmemiş kız çocukları, geçit yapmaktaymışlar. Bir eğitimcinin eşi de tarikatına adam toplamak için kadınlar arasında çalışır mıymış? Kuran kursu öğrencileri, Marmaris pazarının kurulduğu cuma günleri, Diyanet işlerinin takvimleriyle kitaplarını kurs giysileriyle, başları örtülü, satış için dolaştırırlar mıymış? Ayrıca, ilçenin “B" Köyü ilkokulunda 23 Nisan’da yapılan gecede, halka Kuran ile İslam Ansiklopedileri, "piyango" çekilişi adı altında dağıtılmış mı, dağıtılmamış mı?
Ankara'da, Kızılırmak Sokağı’nda oturan bir bayan okur telefon etti:
Belediye, Kocatepe Camisi çevresindeki 25 kadar apartmanı yıkacakmış. Gerekçesi de Kocatepe Camisi çevresi yeşil alan olacakmış. Evlerimizi yıkmaya ne hakları var?
Araştırdım. Kocatepe Camisi’nin ilk projesini Vedat Dalokay yapmıştı 1960’lı yıllarda. Gericiler, "Minareleri füzeye benziyor!” diye yaygarayı bastılar. Dalokay’ın projesi reddedildi. Temelleri dinamitle kaldırılarak sanat tarihinde görülmemiş şey yapıldı. Bambaşka bir proje uygulandı, işe yolsuzluklar da karıştı mı? Garajdı, şuydu, buydu bir sürü şey dolduruldu. Cami yapımı bu duruma gelince, şimdi çevresini açabilmek için, apartmanları yıkarak cami ortaya çıksın istiyorlar. 1967 yılından beri belediyeden izin, yani “ruhsat”da almadan sürdürülerek bugüne gelindi. Kızılırmak Sokak'ta Ayşeabla Koleji gibi eğitim yuvaları var yıkılacaklar arasında, çocuk yuvaları var. Orduevi'nin yanındaki “Zafer Parkı" otopark yapmak için talan eden belediye, cami görünsün diye, yapıları yıkmak istiyor. Kocatepe Camisi’ni Anıtkabir'e mi benzetmek istiyor nedir? Dönem o dönem mi?
İçim karardı. Perşembe akşamüstü, DTCF salonundaki, Arnavutluk Halk Şarkıları ve Dansları Topluluğu’nun gösterilerini izledim. Operadakine gidememiştim. Salon yarı yarıya boştu. İyi duyurulmamıştı. Öğrenciler habersizdiler. Kapıdan içeri de kolay giremiyorlardı. Böyle güzel bir gösteri için iyi duyuru yapılmalı, gençler orayı doldurmalıydı. Kaloriferler de yanmadığından, çok kişinin ayakları üşüdü.
Böyle ilişkiler çok güzel. Ancak böyle güzel bir gösteri, TV’den verilmeliydi. Neden verilmedi?