Olmadı Karayeğen...

Mektup bana değil. Cumhuriyetin Genel Yayın Müdürü Hasan Cemal'e yazılmış. Yazan, İzmit'ten Necati Tolgay. Hasan Cemal, “Ekmekçi'ye” diye yazıp yollamış. Necati Tolgay'ın “Ankara Notları”ndan yakınan mektubu şöyle:
“Sayın Hasan Cemal Bey,
Mustafa Ekmekçi ile ilgili olarak yazıyorum. Aylardır bir “Aybastı” olayına parmağını taktı, yazıyor, yazıyor.
Anladık, önemli bir konu, üzerine eğilmek gerekir. Fakat, bu kadarı da fazla oluyor. Yani, biz her Ekmekçi'yi açtıkça Aybastı öyküsü mü dinleyeceğiz? Ülkenin bunca sorunları dururken kala kala Aybastı'ya mı kaldık? Kaldı ki, ülke koşullarında hiç de üzerine bu kadar ısrarla düşülecek bir olay değil. Artık kabak tadı verdi. Ben şahsen Ekmekçi'yi okumama kararı aldım (Şu anda Aybastı'nın belediye başkanı zaten firarda deniyor. O halde paylaşılamayan şey nedir? Görevi başında olmayan adamı görevden alsan ne yazar, almasan ne yazar?) Yoksa, Cumhuriyet'in başka işi kalmadı mı?
Birilerinin Ekmekçi'yi uyarması gerekmektedir. Özürler ve saygılar. Okuyucunuz..."
“Ankara Notları”nın eleştirilere açık olduğunu bilir okurlar, övgüler de gelir, ama her zaman değil. Eleştiriye insan, kendini alıştırdı mı, işi kolaylaşır. Herkesi eleştirip de eleştiriye kapalı olmak olmaz. İnsan doğruyu bulabilmek için eleştirileri gözardı etmemeli. Yoksa, bizlerin yazdıkları da havada kalır..
Ancak eleştiriler, eleştiri adı altında baskıya varacak kertede olursa orada biraz durmak gerekir. Özellikle okur, yazara “Şu konuyu işle, bu konuya dokunma. Aybastı kabak tadı verdi, yeter köy enstitüleri. 1402'likleri bırak, SODEP'lilerle gezme, artık çok oldu…” demeye başladı mı, burada yazarın özgürlüğüne karışma söz konusu olur. Yazar, türlü baskılara göğüs gererek, yazıp çizmeye çabalarken, okur baskısıyla da karşılaşınca bocalayabilir. Ona boyun eğdi mi, başka baskılar karşısında, örneğin iktidarların, sermayenin baskısı karşısında rahatça boyun eğer duruma gelebilir. Tehlikenin büyüğü buradadır. Kendimce, kafamı vura vura kazandığım özgürlüğü, okura karşı da korumak isterim!
Aybastı olayı, okurun ileri sürdüğü gibi kabak tadı verecek bir olay değil. ANAP’lı Belediye Başkanı Salih Yaman, 20 yıl hapis cezasına çarptırıldıktan sonra kaçmıştır. On aydır da, yakalanmamıştır. Olayın perde arkasını aydınlatır düşüncesiyle, burada bazı soruları yöneltmek istiyorum:
Salih Yaman'ın gıyabi tutuklama kararı, eski Kaymakam Rıdvan Yenişen’in sumeninin altında kaç gün tutuldu?
Eski kaymakam, kaçak Salih Yaman'la Ağustos 1984 ayı öncesinde, Aybastı'da —bir evde— görüştü mü, görüşmedi mı? Kaymakamın ayağında lastik ayakkabılar mı vardı?
Kaçak Belediye Başkanı Salih Yaman'ın evinde, ayrı bir bölme var mı? Bu bölmeyi Aybastı ANAP İlçe Başkanı, M.D. “Gürcü'' diye anılan marangoz Z.Ö.’ye mi yaptırdı? Aramalar yapıldığında bu bölme neden fark edilmedi?
Salih Yaman, yakalanırsa neler açıklayacaktı?
Eski Kaymakam Rıdvan Yenişen, Temmuz 1984’te, Hükümet Tabibi K.E.'yi adliye koridorunda dövdü mü, dövmedi mi? Doktoru, görüş ayrılığı nedeniyle mi dövdü?
Görüldüğü gibi, olay çok basit bir “zabıta" olayı değil. Kamu görevlilerinin durumlarını da ortaya koyar nitelikte.
Aybastı dayına ilk “Ankara Notları"nda 12 Ocak günü değindim. Benden önce, olayı SODEP Genel Başkanı Erdal Bey ortaya atıp sergiledi.
Daha çok uzatmadan, Veteriner Hekim Muammer Solak’ın fıkrasını aktarayım: Manisa Ovası’nın kuzeye bakan yamaçlarında “Akkocalı” Yörükleri yaşarmış. Bunlar üç dört köymüş. Konuşma biçimlerinden hemen tanınırlarmış. Bunlar, “yeğen" yerine "yeen", “diyemeyeceğim” yerine de "deyemecen” derlermiş. Çalışkan, yürekli insanlarmış. Bu köylerden birinde, köylülerce “karayeen” denen bir Yörük varmış. Evliliğinin üzerinden on yıldan çok çok zaman geçtiği halde, çocukları olmamış.
Köyde insan çabuk kocar. Yörük telaşlanmış. Hocaya, mesir macununa başvurmuş. Sonunda bir oğlu dünyaya gelmiş. Üzerine titremişler. Çocuk büyüyüp dillenince, kendi köylüleri gibi, babasına ''karayeen'' demeye başlamış. Çocuk değerli, babası ses çıkarmazmış. Günler geçmiş. Çocuk delikanlı olmuş. Baba kocamış. Bir gün de hastalanıvermiş. Oğlunu çağırmış:
Oğlum, görüyorsun çok hastayım, belki de ölüveririm, bir kerecik olsun, “buba” deyiver de duyayım! diye rica etmiş. Oğlan, boynunu bükmüş:
Deyemecen karayeen! demiş...
Bu öyküden, isteyen ders çıkarabilir, demokrasiye giderken...