26 Mayıs 1960 akşamı, Vatan gazetesinin Ankara bürosunda nöbetçi miydim, neydim; sağa sola telefon ediyor, ülkenin içinde bulunduğu bunalımdan, kargaşadan nasıl çıkacağını soruyordum. Kendim karamsardım. Askerlerin o gece yönetime el koyacaklarını doğrusu sezmemiştim, bilmiyordum. Ben telefonlarla izlenim, yorum almaya çalışırken, meğer askerler Harp Okulu'nda görev bölümü yapıyorlarmış, nereye nasıl ulaşacaklarına ilişkin. “Ne olacak?” diye sorduklarım arasında, Osman Bölükbaşı da vardı. O, aşağı yukarı şöyle konuşmuştu:
Kanaatimce seçime gidilmelidir, başka bir yol göremiyorum! Bir an önce seçime gidilmeli...
Gazetede nöbetim bitti; geceleri kaldığım, arkadaşım Remzi Yılmazer‘in işlettiği, Yeni Sanayi Çarşısı’ndaki sade mi sade Yuva otelindeki odama gidip yattım. Sabaha karşı ihtilal olduğunu arkadaşım Sait haber verdi. Sait:
Radyoyu aç! diyordu.
Radyoyu açtık, marşlar çalıyordu. Şapkamı havaya attığımı anımsıyorum! Şapkayla yatmıyorum elbette, sevindiğimi söylemek istiyorum. Otelin tek telefonundan, yine sağa sola telefon etmeye başladım. Gece konuştuklarım geldi usuma; Osman Bölükbaşı’yı aradım:
Ne diyorsunuz Osman Bey, ihtilâl oldu!
Akşam sana söyledim ya! dedi.
Söylemediniz Osman Bey! demedim. Ama, çok da şaşırdım. Gerçekten söylememişti; “Böyle giderse ihtilal olur!" dememişti. O gecenin sabahında belki de o, demokratların oylarının ne olacağını mı düşünüyordu, nereden bileyim?
Mayıs öncesinin çok kötü yönetimini gözlerimle görüp yaşadım. Belki ondan olacak, 27 Mayıs sabahı, gazetede işe gitmedim; gazeteciliği bırakmak istediğimi büronun şefi Erol Ulgen’e söyledim. Bu sevinci bir iyi yaşamak istiyordum doğrusu. Erol:
Delirdin mi sen, diyordu, asıl gazetecilik yapılacak dönem şimdi. 27 Mayısçıların bizim gibi gazetecilere gereksinimi var; çalışmalarımızla, onların yaptıklarını kamuoyuna yansıtırız, böylece yararlı katkılarımız da olur.
Olsun, ben gazeteciliği bırakmak istiyorum!
Gerçekten gazeteye gitmedim. Gürsel, basın toplantısı yapıyordu, gazetelerde okuyordum Benim yapacağım bir şey kalmamış gibiydi. On beş gün oldu, param kalmadı! Benim işim gazetecilikti. Gazeteye döndüm; benim bir “şok” geçirdiğimi düşünmüşlerdi. Erol Ülgen:
Gazete seni on beş gün izinli saydı! dedi; hemen çalışmaya başla...
Kolları sıvadım; bu yeni bir dönemdi. Demokrat Parti dönemini yaşayan gazeteciler için M. Ali Birand’ın “Demirkırat” dizisi, sade suya tirit gibi gelir. Dizilerden birini Aziz Nesini le birlikte izliyorduk bir akşam; eski DP'li bakanlardan Mükerrem Sarol konuşuyordu perdede. Aziz Nesin, onu seyrettikçe:
Allah Allah! diyor, başını sallıyor, "Olamaz, Allah Allah!" diyordu. Aziz Nesin'in neden böyle şaşırdığını anlayamamıştım. Şöyle dedi.
Yahu, adam nasıl çökmüş, Allah Allah! diyordu. Yahu, bu Mükerrem Sarol benden küçüktür, adam ne hale gelmiş, Allah Allah!
Sonra bana döndü:
Ben de böyle miyim? diye sordu.
Yok yav, aslan gibisin!
Bir zamanların astığı astık, kestiği kestik bakanlarının şimdi ne durumlara düştükleri, Aziz Nesin'i çok etkilemişti. Dizi onu almış, taa geçmişe götürmüştü. Zaman, insana en büyük darbeyi vuruyordu...
Şimdi, “Kimse asılmamalıydı!" diyorum. 27 Mayıs sabahı da öyle mi düşünüyordum? Ama, yaşadıkça, eski demokratların nasıl kindar olduklarını da gördüm. Menderes, Zorlu, Polatkan asıldı ya; ondan sonra, hep bu üçün öcü alınmaya çalışıldı. Talat Aydemir olaylarında, asılmak üzere Meclis’e dosyası gelenlerin sayısı üçtü. Talat Aydemir, Fethi Gürcan, bir de Osman Deniz. Tabii senatörler, senatoda bir Osman Deniz’i kurtarabildiler. Asılanlar üçten ikiye indi. Ama, AP'liler üçü için de oy kullandılar. 12 Martta asılan gençlerin sayısı da üçtü! Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan! Demokrat Parti'nin uzantısı olduklarını söyleyen AP'lilerin yüreklerini yağ bağlamıştı.
Oysa bunlar yöntem değildir; demokratik bir politika hiç değildir. Aydın Menderes bile, üç Yassıadalı'nın anıt gömütüne sıcak bakmadı!
M.Ali Birand’a gelince, yurtdışında yaptığı konuşmalarda, 12 Eylül’den sonra, Türkiye'de işkence ne olmadığını, tek tük işkence yapanların da soruşturmaya uğradıklarını söylüyormuş. Bu kocaman bir yanlış. Birand bunları Türkiye'de söyleşe, kamuoyu onu yerin dibine batırır.
Basın kendi kendini de eleştirmelidir. Böyle düzeltebiliriz basını.
Basındaysa, kimse burnundan kıl aldırmaz. Her işin iyisini, hasını onlar bilir. Şimdi erken seçim gündemde ya; gazetelerde başlıklar: "Biz söylemiştik", "Biz bilmiştik" diye. Bunların en eğlencelisi “Sabah"taydı. SHP olağan kurultayından iki gün önce; 26 Temmuz 1991 Cuma günkü “Sabah”ın manşeti şöyleydi: "Baykal kazanırsa hemen seçim var", bitmedi sürüyor manşet, şöyle:
"Deniz Baykal liderliğindeki SHP'nin kısa zamanda toparlanıp güçleneceğine inanan Başbakan Yılmaz'ın SHP'ye bu şansı vermemek için erken seçime gitmeyi düşündüğü öğrenildi...” Eeee, daha bakın neler var. "Başbakan Yılmaz'a yakınlığıyla bilinen bir bakan ‘Baykal genel başkanlığa seçilirse, bizim patron (Mesut Yılmaz) kasım ayında erken seçime gidecek. Deniz Baykal'ın yükselişinden endişe ediyor’ dedi. Mesut Yılmaz'ın, Baykal'ın yükselişinden duyduğu rahatsızlık bir sır değil. Yılmaz'ın, yakınlarına ‘Deniz Baykal'ı genel başkan seçip başıma belâ edecekler’ dediği biliniyor. İnönü’nün genel başkanlığa seçilmesi halinde Yılmaz’ın erken seçime mayıs ayında gideceği seziliyor. ANAP'lılar bu durumda DSP'nin, SHP aleyhine güç kazanacağını belirtiyor. Deniz Baykal'ın DSP'ye olan kaymayı geri çevireceği hükümetin tepesinde farkediliyor..."
Bu böyle. 10 Ağustos 1991 Cumartesi günü de şu klişe:
"Sabah, seçim tarihini önceden duyurmuştu."
Zaman zaman okurlardan eleştiriler alırım. Yazdıklarımı beğenmeyenler vardır. Olabilir. Ne yapayım, zorla güzellik olmaz ki. Benim yeteneğim buncağız dernek. Ama, okurları da bir sorumluluğun beklediğini düşünürüm. Okur olarak görevlerini yapıyorlar mı? Kupon gazetelerini okuyanlara çok bir şey demeyeceğim. Bu yaşam pahalılığında piyangodan bir şey çıkarsa kendilerince gazeteyi ucuza getirmiş de olabilirler! Ama, gazete okumak isteyenlerin, okudukları gazetenin -bir tüketicisi değil- onun gerçek sahibi olarak, ne yapmalar gerektiğini düşündükleri oluyor mu? Gazete, bir bakkal dükkânı değildir, bir büyük mağaza hiç değildir; okur da oradan alışveriş yapan bir tüketici olamaz. Okur üreticidir; ortaya çıkan ürüne yaratıcılıkla düşünsel katkılarda bulunması gerekir. Seçimde, seçmenin sorumluluğu küçümsenebilir mi? Sandığa attığı oyun önemini bilmez olur mu? Bilmemek olur mu?
SBF'de yazın türleri öğretmeni olan Emin Özdemir, sık sık okurun sorumluluğuna değinir, şöyle der özetle:
Okur, yazarla bütünleşmelidir. Yazarın yazıp da, satır arasında bıraktığını açmalıdır okur; söylemediğini anlamalıdır. Okur sorumluluğunu bilmelidir...
DÜZELTME
11 Ağustos 1991 Pazar günü çıkan Ankara Notları'nda bazı sözcük yanlışları ile rakam yanlışları olmuştur. Doğruları şöyledir:
Yazının yukarıdan aşağıya doğru 6. paragrafının sonundaki “censid” sözcüğü "cemşid" olacaktır.
19. paragrafla 20. paragrafta geçen "Gelan" sözcüğü "Golam" olacaktır.
Üç yıldızdan sonra ilk paragrafta adı geçen Fransız reklamcı Seguela olacaktı.
Ondan sonraki paragrafta Erdal Bey'in istediği milletvekili sayısı, 650 olarak çıkmış; bu 550 olacaktı.
düzeltir özür dileriz.
13 Ağustos 1991, Cumhuriyet