Okur Mektuplarında Satır Araları...

Okur mektupları, yazarın can damarıdır. Yazar, arayıp bulamadıklarını onda bulur. Çok kez de okur, yazarı geçer. Öyle zamanlarda "Okur mektupları” köşelerinin önemi artar. Bir okur, bir “can dost”, sekiz yıldır sürekli yazardı. Adını, adresini vermiyordu. Belki bir süre içerde de kaldı, o sıralar hiç yazmadı. "Ne oldu acaba?" diye tasalanırdım. Hafta sonunda cuma günü, Tan Oral’la birlikte Akademi Kitabevi’nde, kitap imzaladığımız sıra, bir genç geldi; önüme bir mektup bıraktı. 14 ocak günlü mektup şöyle başlıyordu.
"Epeyi bir aradan sonra yazıyorum değerli Ekmekçi. Yazıyorum; çünkü yarın okuyucuların için burada olacaksın. Yazıyorum; çünkü Ankaralı bir yazarın İstanbul'da kitap imzalaması, ‘göz kırpmak' gibi anlık bir olgu da olsa, mutlu olunacak ‘güzel’ birşey. Ve ben yıllar var ki, karşılaşmayı bekliyorum. Böylesi somut bir durum söz konusu benim için. Bu nedenlerin yanında, imza kalabalığı İçinde ve insanlar sıra beklerken söylenebilecekler çok sınırlı oluyor. Ve üstelik bu akşam sana yazmak istiyorum...
Sanırım anımsayacaksın; sana sürekli yazmaya eylül 1980’den sonra başladım. Önceleri imzasız, sonralarıysa 'Can dost’ imzalı yazdığım mektupları epeyi sürdürdüm. İmza konusunun öyle olması koşulların gereğiydi. Yazmaktan öte, Ankara'ya gelip yüz yüze görüşebilmeyi hep İstedim. Ancak karabasan koşulları izin vermedi, tozmakla yetindim. Sonraları mektup yazmayı istemediğim yerlere girdim. Hiçbir güvenliğin olmadığı yerlerden dostları aramak, hem de o koşullarda, güvensizliği gereksiz yere onlara taşımak olacaktı.
Sonra o yerlerden çıkıldı. Ancak yine yazamadım. Bunun nedenlerini kestiremiyorum.. Güncellikler mi örtüşmedi, somut sorunlar mı farklılaştı, bilmiyorum... Olmadı işte...
Yarın kalabalıktan fırsat bulur ve bunları okuyabilirsen, yazılan ve yazılmayan bir yığın şeyi söylemiş olacağım sana... Böylece yılların özlemi bir parça eksilmiş olacak. Sergiyle ve dostlukla diyerek "
Yazıyı görür görmez tanıdım. Yüzüne baktım:
— Mektupların gelmez olmuştu, dedim...
İstanbul'da, ilericilerin başlarına gelen tüm sorunlar, sanki ondan sorulurdu. Olaylara nasıl da duygulu, insanca bir bakışı, yaklaşımı vardı.
Bir insan, sürekli sekiz yıl tek yanlı mektuplaşmayı sürdürebilir mi? Okur, bunu başarmıştı. Sekiz yıl, hiçbir mektubunda kendi sıkıntılarından, sorunlarından söz etmedi sanıyorum. Hep bir şeylere, bir soruna değindi. Konuşmamız sırasında da ben bir şey sormadım. Toplumun sorunlarıydı, kişilerin sorunlarıydı onun sorunu. Böyle bir okuru tanıdığıma, yüz yüze geldiğime nasıl sevindiğimi anlatmam kolay değil...
6 Kasım 1983 seçimlerinden iki gün önce, 4 Kasım 1983 cuma günü, Kenan Bey’in TV’den yaptığı konuşma çok ilginçti. Kenan Bey, bunda "MGK icraatını sürdürecek bir yönetimi seçeceğinize inanıyorum" diyor satır arasında, Turgut Bey’i de Anavatan Partisi'ni de ağır biçimde suçluyordu. Yani seçmenlere, "Sakın ha, bunlara oy vermeyin, yoksa iki elim yakanızdadır!” demeye getiriyordu satır arasında.
Ne oldu, Kenan Beyin uyarısına karşın, seçmen çoğunluğu, Turgut Sunalp'e değil, Turgut Özal'a oy verdi. Turgut Özal da sonraları "Ankara Notları"nda açıklanan bir biçimde 7 Kasım günü Çankaya'da Kenan Bey’in boynuna sarıldı, onu öptü. Başbakanlığı alıp çıktı. Bu nasıl oldu? Buna ilişkin, ne Cumhurbaşkanlığı Müşavirliği'nden bir açıklama yapıldı ne de doğru dürüst bir yorum! Belki, gerçeği ileride anılarda öğreneceğiz...
Eskişehir’den yazan İbrahim Durgut olaya değişik bir yorum getiriyor. Yoruma katılmadığım yerler var, örneğin Sunalp’in etkili olduğu, "kendisine taraftar toplayabileceği..." yorumu.
1983 seçimleri öncesinde, kimler “veto" edilmedi. SODEP'in kuruluşunu önlemek için neler yapılmadı. Hiç unutmam, SOOEP'e kurucu gösterilen, Atatürk'ün yaveri, İnönü'nün başyaveri 80 yaşındaki Cevdet Tolgay bile "veto" edilmişti. “Okurlardan" köşesinde zaman zaman yazıları çıkan Cumhuriyet okuru İbrahim Durgut işte bu noktada "Kenan Bey-Turgut Bey" ilişkisine yorumla açıklık getiriyor. Şöyle diyor:
“Sayın Mustafa Ekmekçi,
Yazılarınızı zevkle okuyorum. İlk önce yazılarınız için size teşekkürümü iletmek istiyorum.
Bu yazıyı yazmaktaki ereğim bir düşüncemi belirtmektir. Düşüncemin konusu Evren-Özal ilişkisidir. Bu yazıma yazılarınızda yer verirseniz sevinirim.
1950’li yıllarda İsmet Paşa emekli generallerle bir toplantı yapmış ve toplantının yalnız eski arkadaşların birbirleriyle buluşması olduğunu açıklamıştır. Fakat bu açıklamaya karşın, bu toplantının hükümette ne büyük yankılar uyandırdığını ve hatta bir ihtilal planı yapılıyor gibi yorumlara yol açtığını hepimiz biliyoruz.
Şimdi de aynı olayın 1983 seçimlerinden sonra olması beklenebilirdi, eğer Sunalp Paşa seçilseydi. Sunalp emekli bir general olduğu için orduda kendine daha çok taraftar toplayabilirdi ve Sayın Evren'in yaptığı birçok uyarılara karşı çıkabilirdi. Çünkü ikisinin de güçleri birbirine yakındı. Bir düşünceyle Evren Paşa hem arkadaşını kesin destekler görünüp onun gönlünü almış oldu hem da Özal’ın seçilmesini sağlamış oldu. Çünkü biliyordu ki, ordunun siyasi yaşama karışmasıyla ordunun desteklediği kişiler seçimi yitireceklerdi. Türk halkı, orduyu anarşiyi durdurucu etkisi nedeniyle destekliyordu, ancak ordudaki kişilerin siyasetten anlamayacaklarını ve ülke yönetimi ile ordu yönetimi çok farklı olduğu için ordudan kişilerin bu ülkeyi yönetemeyeceğini biliyordu. Bunu Sayın Evren de çok iyi bildiğinden arkadaşını destekler görünüp Özal'ın seçilmesini sağladı.
Bugünkü ortam bunu kanıtlamıyor mu?
Eğer Turgut Özal'ın seçilmesini istemeseydi, 1977’deki MSP milletvekili adaylığını ve kardeşi Korkut Özal'ın idam istemiyle yargılanmasını öne sürerek Turgut Özal’ı veto edebilirdi. Akrabalarının (özellikle demokrat kişilerde) küçük bir gözaltı nedeniyle insanların işe alınmadığı bir Türkiye'de sanırım Turgut Özal çok rahat veto edilebilirdi.
Fakat erek farklı ise..."