Okoorlar, okoorlar...

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik ve Rekonstrütif (Yeniden Yapılandırma) Cerrahi Bölümü öğretim üyelerinden Prof.Dr. Onur Erol, deneysel düzeyde gerçekleştirdiği bir olguda, tüm dünyanın dikkatini çekecek bir başarı elde etti. Bir vatandaş, bir kaza sonucu erkeklik organını yitirmişti. Prof. Onur Erol, hastanın kaba etinden aldığı bir doku kümesini kan damarları, sünger dokularla pekiştirerek bir erkeklik organı oluşturdu. Sonra, uygun elektrik akımıyla uyarı alabilir biçimde duygulanım eşiği oluşturdu. Bu buluş daha ne Türk basınında ne dünya basınında çıktı; Prof Dr.Onur Erol, bu yıl, Sedat Simavi Ödülünü kazandı, ödül paylaştırılmıştı. Deneysel çalışmalarını, öğrendiğime göre özenle, alçak gönüllülükle sürdürmekte...
"Ankara Notları"na böyle girdiğime bakanlar;
—Ooo, Ekmekçi bugün Çetin Altan’ımsı yazmış, diyecekler.
Yıllardır okurum Çetin Altan'ı. Geçenlerde, "Güneş"in kuruluşunun üçüncü yıldönümü dolayısıyla Büyük Ankara Oteli’nde verilen kokteyle o da gelmişti. Eşi de vardı, görüştük. Nasıl sevindim. Onu biraz yıpranmış gördüm, belki yanılıyorum. Eşi söyledi, Avrupa güzeli Neşe Erberk’i merak ediyormuş o da. Az sonra güzel göründü. Çetin Altan heyecanla davranıp, yürüdü...
—Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca, diye mırıldanarak döndü. O kokteyle Refik Erduran, Necmi Tanyolaç da gelmişlerdi. Yıllarca "Milliyet”te bir arada çalışmıştık. Refik sonra, Korel Göymen’in basına, "RV"de verdiği yemeğe de geldi. Yemek yemedi, oturdu...
1960’ı yıllar, o yılların en etkin yazarları İlhan Selçuk, Çetin Altan, İlhami Soysal, Refik Erduran. Bazıları, Anadolu gezilerine birlikte çıkarlardı, konuşmalar yaparlardı. Yıllar geçti aradan...
12 Mart döneminde, İlhan da, Çetin de, İlhami de içerdeydiler. "Ankara Notları" o zaman dünyaya geldi.
Çetin Altan’ın üç gün önce, pazar günü "Güneş”te bir yazısı vardı, öteden beri savunduğu görüşleriydi bunlar; şöyle:
"... Yetmiş bin erkek erkeğe kahvesi mi var, yetmiş bin de kadın kadına kahvesi açılmalı.. Köyler arasında sade güreş değil, okçulukla eskrim turnuvaları da düzenlenmeli. Köy kadınlarına yeni köylü giysilerini tanıtan defileler sunulmalı; bu defilelerde de, manken olarak köylü kızlarıyla köylü kadınları kullanılmalı..."
Köylü kızları, sadece inek sağıp, kirman çevirmezler. Onların da dünyaları, aşkları, düşleri vardır. Biz görmüyoruz, göremiyoruz onu. Onu gözle görülür duruma getirmek istemiyoruz...
On yıl önceydi, belki daha çok; Bulgaristan'ı gezerken fabrikalarda, çeşitli yerlerde kızlarla konuşurdum; çoğu kimyacı, mühendis. Sorardım:
—Babanız ne iş yapardı? Karşılık verirlerdi:
—Çobandı!
—Çiftçiydi!
Çobanın, çiftçinin kızı kimyager olmuştu. Bizde de var, ancak özlemlerimizi karşılayacak gibi değil. Olabilirdi, Köy Enstitüleri gibi kurumlar kapatılmasalardı.
Geçenlerde Ankara'nın uzak bir köşesinde bir imamla karşılaştım. Vaktiyle Kavaklıdere imamlığı yapmış, İnönü'yü yakından tanımış:
—Onunla ilgili anılarımı bir gün yazacağım! dedi, ilginç görüşleri vardı, bağnaz değildi. İçimden gülümsedim,
Çetin Altan’ı düşündüm:
—Bu imam, futbol oynayabilir! dedim...
Köy Enstitülerinde okuyan köylü kızlarının, bir arada halk oyunları oynadıklarını, o günleri yaşayanlar iyi bilir. O çocuklara, türlü karalamaları, politikacılardan bazıları sürmek istediler. Oralarda okumadım, gözledim, biliyorum. Yıllar sonra, onları anmak, o kurumların önemini vurgulamak boynumun borcuymuş gibi gelir...
Bir okur anlatıyor, yıl 1942, Cumhurbaşkanı İnönü Kayseri'nin "Pazarören Köy Enstitüsü"ne gider; yanında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, kesinlikle İsmail Hakkı Tonguç da vardır; İnönü kitaplığa gider, tek tek kitapları alıp öğrencilerin okuduklarına bakar. Biri, Sadri Ertem'in "Çıkrıklar Durunca" kitabını okumaktadır. Kitabı alır Yücel'e gösterir. Yücel:
—Okoorlar paşam, okoorlar... der.
Söyleşi sırasında öğrenciler, köy için hazırlandıklarını, köye gidip köyü uyandıracaklarını söyleyince, İnönü’nün yüzü aydınlanır, kendi kendine:
—Köye, köye... diye mırıldanır, sonra yanındakilere döner, iç geçirerek, "Çok geç kaldık!" der.
Aynı okur, İnönü'yü Ankara'da "Karabiber Çiftliği”nde, üniversite ve yüksekokullar askerlik kampında gözler. O yıllar öğrenciler, er gibi donatılır, kuşatılır, yılda yirmi gün askerlik kampına alınırdı. O sıralar Ankara Fen Fakültesi öğrencisi olan Erdal İnönü de kamptadır. Yirmi gün çadırlı karargâhta kalırlar, su da yok, gazozla tıraş olurlar. Bir gün öğle karavanasından çıkarken, ata binmiş olarak Cumhurbaşkanı çıkagelir. Çevresi hemen öğrencilerce sarılır, yüzü gülüyordur, sakallı olanlara takılır. Aralarında Köy Enstitülü olup olmadığını sorar öğrenince daha bir keyiflenir. Erdal'ı sorar, "sizinle mi?" der "Evet bizimle" yanıtını alınca, şöyle konuşur:
—Sizinle olmalı, sizinle olmalı. Nasıl ki onun babası da, cephelerde, ateş içinde sizin babalarınızla birlikleydi.
Erdal, nöbetini tutar, akşamları kendisini almak için gelen beylik arabaları geri çevirir. Oysa, çoğu bakan ya da yakınlarının çocukları, niceleri beylik arabalara kurularak evlerine gider, sabahları aynı arabalarla geri gelirler. Kimi hatır, kimi parayla nöbetlerini bir başkasına yükler. 1940'lı yılların anıları bunlar...