Öğretmenler Üstüne...

İstanbul'da oturan Adanalı bir vatandaş Niyazi İdemen, bu yaz Adana'ya yakınlarını görmeye gider. Yaylaya yolu düşer; sabah yürüyüşü yaparken kırk beş, kırk altı yıllık öğretmeni, Mustafa Çoban Yurtçu’nun mezarını görür. Onunla yıllar sonra buluşmuş gibi, mezar taşlarını kucaklar. Bir anı olarak da, iki poz fotoğrafını çeker; bunları, Çoban Yurtçu’nun çocuklarına göndermeyi düşünür. Bir mektuba ekleyerek gönderir de. Birini de kardeşi Oya Erdoğan'a vermesini rica eder. Şöyle der Ufuk Yurtçu'ya mektubunda:
‘‘Yolumuz İstanbul’a düşer ise lütfen beni arayınız. Size Boğaz gezisi yaptırarak, eski günleri anmak fırsatını bana verirseniz çok memnun olurum. Tabii ailecek sizleri görmek isterim. Çünkü yaylada aldığım bilgilere göre, hepiniz çoluk çocuğa karışmış birer aileymişsiniz. İstanbul’daki kardeşiniz Sayın Işık Yurtçu’yu bulup, ona da bir fotoğraf vermeye çalışacağım. Öğretmen olarak Adana ’da bulamadığınız kitap vb. gibi şeyler olursa lütfen bana yazın size göndereyim. Mektubuma son verir babanız gibi, çok kutsal bir görevle hayatınızı sürdürdüğünüz için sizleri ayrıca kutlarım. Saygılarımla.
Mustafa Çoban Yurtçu’nun öğrencilerinden Niyazi İdemen."
Niyazi İdemen, mektubunun girişinde yazıyor; "Tam altmış yaşındayım. Biz, öğretmenlere bambaşka saygı duyardık. Şimdileri pek bilemem, ama öğretmen öğrenci ilişkileri, bir baba oğul veya bir anne kız ilişkisi yaşantısıydı. Şunca yıl geçmesine karşın Sayın Hocam’ı unutamadım..."
Biz, Çoban Yurtçu, derdik. Mustafası'nı bilmezdik. Öğretmenliği gibi, gazeteciliğini de Adana’da sürdürürdü. O Cumhuriyet'teydi, Milliyet’te çalıştığım yıllar, Adana'ya gittiğimizde, sanki bizi o ağırlardı...
Adana'da, ilkokulda müdür yardımcılığı yaptığı sırada, Niyazi İdemen'ler, öğrencidir. Hatay, yeni katılmış. Oradan da iriyarı, kocaman çocuklar, ilkokula Adana'ya gelmişlerdir. Zehra öğretmen, bir türlü bu kocaman çocuklarla başa çıkamaz. Müdür yardımcısı Mustafa Çoban Yurtçu yardımına koşar. Sınıfa girer:
Kendine güvenen varsa, çıksın dışarıya da hesaplaşalım! der.
Sınıf, Rıfat Ilgaz'ın "Hababam Sınıfı" gibidir. Çoban Yurtçu, oradaki müdür yardımcısı “Kel Mahmut "a çok benzer. Sert görünen, sert görünümünün altında, ipek gibi bir yürek taşıyan insan. Geçen yıl, "Kel Mahmut"u tanıma olanağı buldum. Rıfat Ilgaz, genç gazeteci Mehmet Yücel, daha bir iki arkadaş evine gittik. "Kel Mahmut”, Kastamonu öğretmen Okulu'nun eski Müdür Yardımcısı Nihat Dicle'ydi. Saçları da gürdü. Hiç de kel değildi. Rıfat Ilgaz, Nihat Dicle tipiyle, Varlık Özmenek'in babası Hamit Özmenek'i - Onun başı azıcık açıktı birleştirmiş, "Kel Mahmut’u, gülmece yazınımıza, çocuklara armağan etmişti...
Hamit Özmenek öldü. Nihat Dicle, seksenini aşmış yaşamakta. Çoban Yurtçu da öldü, 14 Mart 1981'de.
Dediğim gibi, onu gazeteci olarak tanırdım. Oğullarından Işık Yurtçu, Cumhuriyet'in yazı işlerinde, mutfakta çalışır. Ufuk'la Oya Öğretmen...
Cumhuriyet'in Adana Temsilcisi Mehmet Mercan anlatmıştı bir olayı. Çoban Yurtçu, Cumhuriyet'in Adana Bürosu'nu yönetirken, gazeteyi ödemeli ararlar bir olay olduğunda; PTT deki bayan sorar:
Ödemeli kim arıyor efendim?
Çoban...
Şaban mı?
Şaban değil kızım, Çoban, Çoban...
Bürodakiler gülümserler, Çoban kızar.
Çoban Yurtçu, öğretmenliği gibi güzel gazetecilik yaptı. Çukurova Gazeteciler Cemiyeti'nin kurulmasında çalıştı, ilk başkanı oldu...
Bir başka öğretmenden söz etmek istiyorum bu öğretmen yazılarında. Adana'da öğretmen Ahmet Arslan'dan. Geçen yıl öğretmen gününde göndermişti mektubunu, şiirini. Elim değmedi, aktaramadım. Ancak tüm mektupları olduğu gibi, onu da sakladım bir gün yayımlarım diye. Şöyle diyordu Ahmet Arslan mektubunda:
“Bilmem anımsar mısın Milliyet'te çalıştığım dönemde, arada bir yanına uğradığımı? İş aradığım günlerdi. Sonra okuldan ayrılıp, çilekeş uğraşa geçtim, öğretmenliğe. 14-15 yıl oldu. 81'de mi, 82'de mi bir kez yanına uğradım. Emin Değer'le bağlantı kurabilmek için. "Tanıdın m?" sorumu, "Evet, Yeni Ortam’dan tanıyorum" diye yanıtlayınca, daha önceki görüşmelerimizi anımsamamış olabileceğini sezinledim.
Yanına uğradığımda, çoğu “konuğum ol, yemeğe gidelim" derdin. Konuğun olmaya geldim işte. 14-15 yıl aradan sonra "Ankara Notları”na.
Yazmadığım da oldu. Penceremden baktım olaylara. Özünde gördüm sorunları. Yazın ve düşün üzerine yazdım, çizdim. "Tanınmış biri olma” gereğini duymadan. "Vargelsin toplumculuğu" oynayıp, polemiğe girmeden, düpedüz dürüst kalıplar içinde kalarak. Ancak, dost ve tanıdıklardan uzakta süren yaşam; 15 yıl oldu. Köylerde. Horlandım, "dönem adamı" olmadığımdan her zaman. Ağır yükünü çektim yabancılaşmanın. Sürüldüm. Bir iki yıldır rahatım iyi. Bu kez de ekonomik sorunlar var karşımda herkes gibi. Bitip tükenmeyen sorunlar başkalarına gebe. Bunları neden anlatır, başını ağrıtırım bilir misin?
Sayın Ekmekçi, biz birbirimizi anlarız ancak. Curcuna başını almış gidiyor. Hele 90 derecelik dönüşün atbaşı olduğu, şu sanat ve edebiyat ortamını bilmem anlatmaya gerek var mı? Konuğun olmak istedim "Ankara Notları"na! Aşağıdaki şiirimi yayımlar mısın?''
Ahmet Arslan’ın “Dağlar Tanığım” başlıklı şiiri şöyle:
"Hor bakmadım, / Anamın ak sütü kadar sevdiğim ekmeğe / ama horlandım, dağdan dağa kovuldum, / Taşlandım, ömrümün dipdiri sabahında / Şeytan taşlanır gibi çevremde / Aç kaldım, susuz kaldım, cigarasız / Bil ki dost dağlardır benim tanığım.
Kurt olmadım, / Pınarın gözü kadar sevdiğim insana / Yaşamak için öldürmedim, / Bir tutam sevgiyi engin denizinde / Denedimse de, beceremedim düzenbazlığı
Ve çektim acısını bir ömür boyu. / Hem öldüm hem dirildim sabahlarda / Tohum oldum, böcektendim toprakta / öyleyse nedir, beni elden ele vuran taşlar /Bil ki dost dağlardır benim tanığım."