Öğretmenler ile Gazeteciler...

Nadir Nadi, Uğur Mumcu'nun “Terörsüz Özgürlük” kitabına yazdığı önsözde köşe yazılarına değiniyor, şöyle diyor:
“Batılıların “Chronigue” dedikleri köşe yazarlığı, bizde öteden beri büyük bir gelişme göstermektedir. Aradaki ayrım birincilerin daha çok yazın kroniği, tiyatro kroniği, politika kroniği gibi uzmanlık dallarına ayrıldığı ve bu “köşe”lerde boy gösteren yazarların en fazla haftada bir iki kez kalem oynatmalarına karşılık bizimkilerin hemen hergün çeşitli konulara değinmeleri ya da değinmek zorunda kalmalarıdır.
Toplum yapımızın henüz yerli yerine oturmuş olmamasının bir sonucu olsa gerektir bu. Hemen her gazetede üç, dört, beş belki daha çok köşe yazarımız tanrının günü çeşitli konuları koltuklayarak okurların karşısına çıkmakta, okurlar da bunu beklemektedir.
Ne var ki düzinelerle köşe yazarı arasında kendini okura gerçekten sevdirmiş olanların sayısı bir elin parmaklarını aşar mı bilemem.
Aşsa da aşmasa da Uğur Mumcu bunların ilk akla gelenlerinden biridir bence...”
Haldun Simavi, köşe yazılarına “çerez salata” dermiş. Salata nasıl sofrada bulunması gerekli bir şeyse, olmadığı zaman eksikliği duyulursa, bunlar da öyleymiş. Meze gibi bir şey işte...
Eğitim toplumunda, “asıl olan öğretmenliktir” derler.
Genel Müdürlük, Bakanlık yapmış olan bir kişi, öğretmenliğe rahatça döner, İsmail Hakkı Tonguç, Genel Müdürlük'ten alınıp, resim öğretmenliğine verildiği zaman hiç yüksünmedi; öğrencilerine resim dersleri verdi. Bir kıyımla, görevinden alınmıştı, o başka...
Basında da, asıl olan gazeteciliktir; haberciliktir. “Ankara Notları”nda bir yerlerden haber iletmek isterim. Bunlar bazen satır aralarında olur.
Kâmil Kırıkoğlu’nun cenazesinde İhsan Ada anlatmıştı. Kırıkoğlu, “Ankara Notları” için, “Söyleşi-Başyazı” dermiş. Ferda Güley de, “Ankara Notları”nı “Ahmak ıslatan yağmuru”na benzetirdi. Şöyle derdi:
— Yazıya girerken, bakarsınız hava günlük güneşlik. Şemsiye almaya, pardesü giymeye gerek yok. Yazının sonlarına doğru, bir çiseleme ardından bir sağnak; sırılsıklam dönersin eve!
1900 öncesinde. “Vatan” gazetesinde çalışırken Yazı İşleri Müdürü Selamı Akpınar’a yazdığım bir mektupta, haftada bir köşede yazı yazmak istediğimi bildirmiş, bunu nasıl karşılayacağını sormuştum. Verdiği yanıtta özetle şöyle demişti:
“Köşe yazarlığına hiç heves etme; senin yaptığın iş daha önemli. Yazdığın haberler, röportajlarla her köşe senin”
İstediğimin olmayışına azıcık kırılmıştım o zaman. Selami Akpınar’a şimdi daha çok halt veriyorum...
“Ankara Notları”nın türünü ben bulmadım. Ancak, son zamanlarda taklitleri çoğaldı. Nadir Nadi’nin dediği gibi; her gazetede dört, beş belki daha çok...
Çarşamba akşamı Ankara Sanat Kurumu'nda konuştum. Konu, “Basından Anılar”dı. Dinleyenlerin dikkatlerini çekmek için bol bol fıkra anlattım...
Ahmet Rasim de, yazılarında fıkra anlatmayı sever. Biri şöyle:
Timur’la Nasrettin Hoca hamama gitmişler; soyunup ipek peştemalları kuşanmışlar. Timur demiş ki;
— Bana bir fiyat biç!
— Altı yüz!
Timur kızmış:
— Bu benim peştemalımın karşılığı!..
Hoca da dik dik bakmış:
— Ben de zaten ona fiyat biçtim! Demiş..
Konuşmaya başlarken, değerlendirmeyi dinleyenlere bıraktım. İğneyi kendimize batırırken, basının haber almadaki güçlüklerini, gazetecilerin mahkemelik oluşlarını, “tekzip”leri, bir bir örneklerle sıraladım. Toplumda özgür basının yararlarına değinmeye çalıştım...
İnönü’den, Gümüşpala'dan, Gürsel'den, Abdi İpekçi'den, Ahmet Emin Yalman’dan, Hasan Yılmaer'den anılar aktardım. Bir saat nasıl da çabucak geçi vermiş...
24 kasım çarşamba günü, öğretmenler Günü'ydü. Ankara Valiliği emekli öğretmenlere onur belgeleri verdi. Gecekondu bölgelerinde anaları, okullara, gözleme yapıp gönderdiler. Varlıklı evlerden gelen gözlemeler kıymalıydı, birçok okulda da öğrenciler öğretmenlerine armağanlar almışlardı. Giysilik kumaşlar, elektrikli mutfak araçları, daha birçok şeyler. İlkokullardan, üniversiteye değin, bu armağanlar alınıp verildi. Yoksul aile çocukları, ezilmemek için annelerine, öğretmenlerine vermek için çoraplar ördürmüşlerdi. Renkli, güzel çoraplar. Kapıcı çocukları getiriyorlardı bunları
Öğrencilerin öğretmenlerine, böyle armağanlar vermelerini yadırgadı çok kimse...
— Öğrenci öğretmenine hediye mi verirmiş? diyenler vardı…
Öğretmene en büyük armağan, onu öğretmenlik onuruna yakışır biçimde yaşatmak; baskılardan, kıyımlardan uzak tutmaktır...
“Öğretilebilir çocuklar” sınıfında, öğretmene çiçek vermişlerdi. Çocuklardan biri ikide bir, çiçeği kapıp kucaklıyordu, öğretmen sordu:
— Çiçeği ikide bir neden kucaklıyorsun oğlum?.
— Çiçeği çok seviyorum öğretmenim; siz unutursanız, kapıp eve götüreceğim!..