İşkence Çeşitleri...
İçeri alınan öğrencilerin ana-babalarına, “iki gün içinde bırakılacağı" söyleniyordu, ancak sonradan DGM'den on beş günlük gözaltı izninin alındığı öğreniliyordu. Sorgulamalar sırasında, sadece olaya ilişkin şeylerin değil, daha başka şeylerin de sorulmaya başlandığı gözleniyordu. Öğrenciler, basın açıklamasından dolayı gözaltına alınmışlardı, ama basın açıklamasına ilişkin sorular genellikle ikinci planda kalıyordu. Daha çok, öğrencilerin siyasal görüşlerine ilişkin sorular yöneltiliyordu. Siyasal görüşler sorulurken de sanki tümü yasadışı örgütlerin üyesiymişler de onu ortaya çıkarıyorlarmış gibi bir izlenim doğuyordu. Öğrenciler, “gizli örgüt” üyesiydiler de, derneği, gizli örgüte payanda olarak kullanıyorlardı! Dernek, bir bahaneydi, asıl amaç, Türkiye'nin düzenini yıkmaktı!
Türkiye'nin düzenini siz bu boyunuzla mı yıkacaksınız? Bu halinizle mi?
Benim Türkiye'nin düzenini yıkmak gibi bir niyetim yok efendim! Böyle bir amacım yok; hareketimin amacı bu değil...
DGM'de, sorgulanırlarken, timin başı da bulunuyordu. Öğrenciler, DGM Savcı Yardımcısı Ülkü Coşkun’a ifade verirlerken, timin başı da içeride oturdu. Bir öğrenci, ifade alınırken, timin başının içeride oturmasına karşı çıktı; savcı yardımcısı bu kez, polisi dışarı çıkardı. Bu arada, Ülkü Coşkun’un bir öğrenciye vurduğu söylentileri de yayıldı; öğrencinin adının “H“ olduğu söyleniyordu.
Savcı yardımcısı öğrencileri, tutuklanmaları istemiyle, yargıca gönderdi; yargıç çoğu öğrenciyi salıverdi; demek başkanıysa tutuklanmıştı; Dernek Başkanı Murat Deniz'di. Başkan 26 nisandan beri Ankara Merkez Cezaevi’nde tutuklu yatıyordu. (Murat Deniz, önceki günkü duruşmada salıverildi; DGM yargıcı, Murat Deniz'in sınavları olduğunu gözönünde tutmuştu.)
Gözaltında, sürekli peynir ekmek, zeytin yemişlerdi. Bir kız öğrenci, son iki gün ishal olmuştu; ona sayrılığı süresince sürekli çay, ilaç verdiler. Hücresinden, istediğinde helaya götürülüp getirildi. Kızları da helaya erkek görevliler götürüyorlardı. Olacak şey değil, ama öyle! Tuvaletlere girmiyorlardı...
Helalar temiz değil miydi? O nedenle mi, hücrelerde kokudan durulamıyordu? Yerde yatılıyordu; hücrelerde marş söylendiği gerekçesiyle, kimi zaman öğrencilerin hücreleri değiştiriliyordu. Hücreler üç adım boyunda, iki adım enindeydi? Bir süre battaniye ne verilmedi, yer betondu!
ODTÜ'deki “otobüs olayının temelinde, birikmiş bir dolu olay yatıyor anladığım; jandarmanın kapıdan öğrenciyi alıp “Siyasi Şube'ye teslim etmesi, büyük öfke toplamıştı; daha öncelerden gelen, bunun birçok örneği vardı, insanların işkence görmek istememeleri en doğal haklarıydı. Emniyete gidip işkence görmek istemiyorlardı. Nisan ayı sonlarına doğru, ODTÜ'de bir çatışma çıktı, çıkıyordu; ODTÜ içinde üç bin kişi toplanmıştı, bu basına filan yansımadı. Öğrenciler, “Suçlu değiliz, öğrenciyiz'' diye bağırıyorlardı; gözaltında tutuldukları sırada sorulan sorulardan biri de şöyleydi:
“Jandarma kışlaya, polis dışarı, bilim içeri", diye bağırıyor arkadaşlarınız; bu ne demektir? Polis dışarı çıksın da üniversiteler yine anarşinin odağı haline mi gelsin? Üniversiteler sizin de değildir, sizin de kalmayacaktır, anarşi, terör yeniden mi hortlasın?
Bunlar, şöyleşi biçiminde sürüyor gibiydi. Bir öğrenci kulak misafiri iki polisin konuşmalarına tanık olmuştu: Biri arkadaşına şöyle diyordu:
Bunları toplayıp toplayıp getiriyorlar, ortada bir şey yok; ben DGM'ye bunları nasıl göndereceğim?
Öğrenciler, 12 Eyiül'den beri yılgınlaştırılmışlardı; çok yoğun bir “terör kampanyası” mı başlatılmıştı? Öğrencilerin alanları kısıtlanıyor, sürekli “gizli örgüt"le ilişki aranıyor, öğrenciler bunalıyorlardı. Ülkede yaşanılan "politikadan uzak tutma" en çok gençler için geçerliydi...
Öğrenciler örgütsüzdürler, "politikadan uzak tutuş" (depolitizasyon) kendini bu noktada göstermekteydi. Öğrenciler, rahatsız, huzursuzdular; rahatsızlıklarını belki de, kantin toplantılarında, arkadaşları arasında konuşacaklar, rahatlayacaklardı bir ölçüde; rahatlıyorlardı da; ama iş "örgüt" konusuna gelince, işte orada her şey duruyordu. Orada, korku başlıyordu.
Geçen günlerde bir gün, Aziz Nesin, ODTÜ'de bir konuşma yapmıştı.
Konuşmadan sonra sıra sorulara geldi. Soru soracak olanlar adlarını yazdırıyorlar, sonra sorularını yöneltiyorlardı. Aziz Nesin, soru soracakların adlarını bir kâğıda yazıyordu. Bir ara, yönetici olduğu sanılan bir öğrencinin, adların yazılı olduğu kâğıdı Aziz Nesin'in önünden aldığı görüldü; Aziz Nesin sordu:
Bu kâğıtları nereye götürüyorsunuz? Neden alıyorsunuz? Almayın lütfen, ben zaten sonunda onları size vereceğim. Burada adlar okundu, herkes duydu, yazılı kâğıtları neden alıyorsunuz? Almayın, bırakın!
Öğrenci, adların yazılı olduğu kâğıtların polisin eline geçmesinden mi korkmuştu ne? Korku dağları mı bekliyordu?
Öğrenci, bırakınız "demokratik” bir istekte bulunmayı, konuşmacıya bir soru sorduğu için başına kim bilir nelerin geleceğinden bile korkar durumdaydı anladığım; bu, işkence değil de neydi?
25 Haziran 1989, Cumhuriyet