Anadolu'nun çok yerinde, öğretmenlerin, aydınların baskılar altında olduklarını yazdım, bunun örneklerini vereceğim: 1402 ile, görevlerinden uzaklaştırılanlar var, buna ayrıca değineceğim bu ayrı. Bir de, 1402'ye göre, başka yerlere verilen öğretmenler, kamu görevlileri var. Bunlardan biriyle konuştum, şöyle dedi:
İlçede, kimse bizimle konuşmak istemiyor, bize öcü gibi bakıyor:
İki kişi bir araya gelip konuşuyorlarmış, ancak yanlarına üçüncü bir kişi gelirse, konuşan uzaklaşıveriyormuş hemen yanından. Ne olur ne olmaz, diye.
Cumhuriyet okuru bir öğretmen anlattı:
Okulda en çok anlaştığım kişi din dersi öğretmeni. Benim yaşıtım olduğu için, rahatça her şeyi konuşabiliyorum onunla. Gelgelelim, yanımıza biri gelince, bir bahane bulup gidiyor. Şöyle demek istiyor:
Sen 1402'liksin, ne olur ne olmaz; bana da bir kulp takarlar..
Nereye gitsin, 1402'lik öcü? Kahveye, kulübe gitse, onu görenlerin bakışlarında, süzüşlerinde bir anlamlı şey..
Diyelim, bir ihbar sonucu, şöyle ya da böyle, yeri değiştirilmiş kamu görevlisinin, gittiği yerde erinç içinde çalışmak hakkı değil mi? Bu sağlanamazsa, tüm ülke cezaevi olur çıkar...
Hani, 1402'liklerin durumları gözden geçirilip, "sakıncalı" olmayanlar, görevlerine döneceklerdi? Sıkıyönetim yetkilileri, "Bizce sakıncalı bir durum yok, görevine dönebilir" diyor, ancak bakanlıklarda çöreklenmiş “kadrolaşmış" kimi kişiler, bunu da uygulamıyorlar. Bunların arkasını bırakacağımı mı sanıyorlar? Cumhuriyetle bir süre önce, Doğramacı'yla bir konuşma çıktı, şöyle demişti Doğramacı:
1402'likler, başvursunlar, "sakıncalı” değillerse alırız:
Doğramacı, şimdi yurt dışında, dönsün, yine kovalayacağım olayı...
Anadolu'da yine, baskıları vurgulayıp geçeceğim.
Nisan başında Cumhuriyet’e yirmi lira zam yapıldı ya, Cumhuriyet okuru, gazetesini bırakmadı. Bir arkadaşım anlattı olayı; zam olduğu sabah, gazeteciye gelen bir okur. Cumhuriyet ister, elli lira verir, gazeteyi alır. Giderken satıcı seslenir:
Yirmi lira deha vereceksin.
Neden?
Bu sabah, Cumhuriyet 70 lira oldu...
Okur, ceplerini karıştırır, yok...
Almıyorum, gazete kalsın demez, satıcıya:
Yirmi lirayı sonra veririm der, gider...
Ayın başı, daha aylığını almamış bir memurdu belki.
Kolayına iki gazete alan yok artık. Bu yaşam çekilmezliğinde, kim nasıl alsın? Boyalı basının da foyası nasıl çıkıverdi ortaya?
Turhan Selçuk'un Tanbay'daki “Söz Çizginin" sergisine, bir gün sıkmabaş bir bayan geldi. Tüm gözler ona çevrildi. Sıkmabaş olduğu için değildi gözlerin ona çevrilişinin nedeni; sıkmabaş genç bayanın elinde Cumhuriyet vardı. Elinde Cumhuriyet, sergiyi gezdi, gitti. Onu gözleriyle izleyenler, birbirlerine baktılar..
"Aydınlar Dilekçesi" davasının duruşmalarına, Hüsnü Göksel’le birlikte gideriz, yol üstünde avukat Ahmet Tahtakılıç'ı alırız. Tahtakılıç, bir gün şöyle dedi:
Seni sağcılar da okuyor, haberin olsun.
Bir şey sormadım. Bir başka duruşma gününde, unutmayayım da sorayım..
Okurlar arasında, şu görüşte, bu görüşte olanlar vardır. Karışmam. Siyasal partiler içinde, değişik görüşleri savunanlar olur. Hatta, hizipler olur. Demokraside bunlar olmasa, tatsız tuzsuz bir şey olur o.
Karadeniz'de SODEP'in kemikleştiğini yazdım diye eleştirildim, bir okur, “Evet kemikleşti, ama etini kim yedi? Çorbasını kim içecek;" diye sordu. SODEP'i desteklediği anlaşılan bir okur da şöyle yazdı:
“SODEP kendini yenilemeli. Daha aktif olmalı, bir de İnönü’nün etrafındaki asık suratlı bürokratların yanında "güleç yüzlü" gençlerin yeri olmalı derim. Şu "emeklilik kulübü” görünümü silinmeli artık."
Yer darlığından birçok olaya, konuya değinemedim. Gezdiğim sergileri, izlediğim toplantıları yazamadım "Bilim ve Sanat" dergisinin son sayısının kapağında “Yüzakımız sanatımız" yazılı. Aydınların, sanatçıların “öcü" sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Ruhi Su hasta. İyileşebilmesi için yurt dışına gitmesi gerekiyor. Gelgelelim, pasaport verilmiyor. Bir ülkenin yüzakı bir sanatçının, iyileşme olanağı varken, pasaport verilmeyip, bunun engellenmesi, ne ile bağdaşır?
8 Nisan 1985, Cumhuriyet