Nikaragua’da Köy Enstitüleri...

Haydar Kutlu'yla Nihat Sargın, Ankara Emniyetinde sorgulandıkları on dokuz gün içinde, her akşam doktordan rapor alınmış. Doktor, raporu vermiş:
Sağlıkları iyidir; yaraları, bereleri yok!
Bununla.
İşkence mişkence yok, devam! mı demek istemişler?..
On dokuz gün bu, dile kolay! Bu on dokuz gün içinde, gözler bağlı; gözler, çok az aralıklarla açılıyor; biri, videoya çekilirlerken, ötekiler de yemek yerken. Yemek sırasında, önlerindeki yemeği görsünler diye şöyle bir kaldırıp baktırmışlar…
Gözleri bağlı sorgu yapmaya, "beyaz işkence" diyorlar. Hiçbir yerde bir iz kalmıyor. Adam sapasağlam. Filistin askılarından, fışkırtılan soğuk sulardan da bir iz yok zaten. Elektrik işkencesinden ne kalır ki?
Gözleri bağlı sorgulama işkence mi değil mi diye tartışıyor çok kişi. Savunmanlar arasında bile tartışanlar var bunu...
Canım, gözleri bağlı sorgu yapmak da işkence sayılmaz artık. Başka bir şey yapılmıyorsa...
Oysa gerçekte işkencenin büyüğü gözler bağlanarak yapılıyor. Gözler bağlı sorgu yapılırken metalik bir ses de yayılıyor sorgu odasına, "mmmmmm" diye bir ses. Bu ses, sorgulananın dış dünyasındaki sesleri gizliyor; örneğin, dışarıdan geçen arabanın gürültüsünü duymaz oluyor. Dış dünya ile bağı kopuyor. Çevreye karşı duyarlılığı yitiyor. Gözler de bağlı olduğu için nerede olduğunu, saatin kaç olduğunu bilmiyor, bilemiyor. Böyle, sorgu odasına yayılan "mmmmmm'' biçimindeki sese, ingilizler “white noise" (beyaz ses) diyorlar. Bu biçim bir sorgulama 20-30 gün sürerse, sorgulananın kişiliği de zayıfsa, kişi kimliğini unutmaya başlıyor. Böyle sorgularda çıldıranlar da oluyor.
Bir başkası da, uyutmama, sürekli olarak uyandırma; işkenceciler bunu da iyi biliyorlar. Uykuya dalmış bir kişiyi yarım saatte bir uyandırırsanız, ona iz bırakmayan en büyük işkencelerden birini yapmış olursunuz. Psikanalistlerin belirttiklerine göre, ilk yarım saatlik derin uyku sonunda oluyor ne oluyorsa. Düş de o sırada görülüyor, işte bu aralarda uyandırmalar işkencenin en büyüğü oluyor. Bunları işkencecilere yol göstermek için yazmadım! Yalnız, Haydar Kutlu da, Nihat Sargın da, günlerce uyutulmadıklarını anlatmışlardı savunmanlarına...
Kendi ayağıyla gelmiş kişilere, bu davranış biçimi işkence olduğu gibi, insanları yurtdışında, yurt özlemiyle yakıp kavurmak da bir başka çeşit işkencedir. Demir Özlü'nün babası öldü. Türkiye'de. Gelemedi ölüsüne. Aydın Engin'in babası öldü, katılamadı cenaze törenine. Oya Baydar’la, Aydın Engin'le yıllarca bir gazetede, “Yeni Ortam”da çalıştık. Çocukları Ekim Türkiye'de doğmuştu. Şimdi sekizini bitirdi. Geçenlerde Ekim'in anneannesi Behice Hanım Ankara'ya gelmişti. Telefonla aradı, konuştuk:
En çok Ekim için üzülüyorum! dedi. Çocuk, “Bir kere göreyim Türkiye'yi ne olur anneanne!" diyormuş.
Peki, bu sekiz yaşındaki Ekim'in suçu ne ki, yurt özlemi içinde yaşatılıyor? Oya'nın da, Aydın'ın da anneleri yetmişlerini aşmış kadınlar. Onlar da, bir yandan dışarıdaki çocuklarının, torunlarının özlemini çekerken, bir yandan da Türkiye’de "sürünmeye" terk edilmişler. Oya da, Aydın da birer gazeteci yazardılar. Birlikte çalıştık yıllarca. 12 Eylül olunca yurtdışına gittiler. Gitmeseler miydi? İşkence de görseler, kalsalar mıydı? Bunu okurlara bırakıyorum. Turgut Bey, “Aysel'i kurtardık!" diye gösteri yapıyor. Ekim ne olacak? Böyle işkencelere, Avrupa Konseyi'nde imza atmak yetmez. Bunun için, önce kişi onuruna saygı duymak gerekir. Bakınız, 12 Eylül'ün üzerinden sekiz yıl geçti, hiç Köy Enstitülerinden söz eden yetkili, yönetici gördünüz mü? Her şeyin başı eğitimdi oysa, insanlara kişilik veren, kişiliği koruyan eğitim. Bu, Köy Enstitülerinde vardı. Köy Enstitüleri dünyanın birçok ülkesinde uygulandı; kimi bizden aldı; örneğin Tayland aldı. Rauf İnan, bir gezisinde İran'daki uygulamayı gördü; belli ki İran'a Amerikalılar önermişlerdi. Liberya'da vardı. Rauf İnan bir konuşmamızda şöyle dedi:
Bizim çoğu aydınlarımızda bir vurdumduymazlık vardır. Bu vurdumduymazlık, bir kadınlarımızda, bir de Köy Enstitülülerde yoktur. Yıllardır Köy Enstitülülerin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. Ama hiçbiri karşılaştıklarından yılmadılar. Tepkilerini her zaman gösterdiler. Bu, onların gördükleri, kişilik eğitiminin sonucudur...
Stuttgart'ta görüp tanıdığım, Dil Doktoru Mustafa Barış'tan mektup aldım. "Sevgili sevgi ustası Mustafa Ekmekçi" diye başlamış, şöyle diyor özetle:
“Yüreğim yanık. Yürekler yanık. Sargın’la Kutlu'nun hâlâ, siyasal düşüncelerinden dolayı işkence görüp -çağ atlatılmamaları- yalnız yürekleri sızlatmıyor, kafatası altındaki esenlik bahçelerini cayır cayır yakıyor!.. SHP zam toplantıları yapıyormuş. Sayın İnönü zam toplantıları yerine, işkenceye karşı bir yürüyüş başlatmalı! Barış, işkence ve özgürlükler zamdan ve ekonomiden daha önemli. Özgür kafalar zamma ve ekonomiye çareler bulabilir; işkence korkusu içinde yaşayan bir toplum çağ değil, ip bile atlayamaz. Sayın Baykal, Sayın Topuz, Sayın Anadol, Sayın Baştürk gibi dostlar ne yapıyorlar? Neden Mecliste komisyon yok. ‘Mustafa Kemal Türkiyesinde işkence yoktur' diyemiyorsak, Sayın Cumhurbaşkanı Evren ve Sayın Başbakan Turgut Özal, olayları niçin yerinde izlemiyorlar? Muhalefet nerede? Demeçle demokrasi yürütülemez. Bilmem yanılıyor muyum? İşkence yapanlar süresiz cinayet işleyenlerdir...
Nasılsınız? Bir kuyrukluyıldız gibi gelip gidiverdiniz. 'Yanaklarından öptürdüğün amcayı niye yemeğe getirmedin?' diye çocuklardan ve hanımdan epeyi kötü not aldım. Gelecek sefer yüzde yüz misafirimizsiniz.
Araştırmalar nedeniyle bütün aralık ayını çeşitli ülkelerde geçirdim. Tibet, Moğolistan, Çin ve Nikaragua’da Almanların eğitimsel çalışmalarına danışmanlık yaptım. Nikaragua, Köy Enstitülerimize benzer bir uygulama içinde Yeni yılın, yeni yılınız kutlu olsun. Savaş yıllarını barış yıllan yapmaya çalışan bütün gazetecilerin yeni yılı kutlu olsun..."