‘İnsan hakları’yla ilgilenmem, bana babamdan kaldı sanıyorum. Babam, ilçede jandarmanın eline düşenleri, dayak yemekten kurtarırdı. 'Gözaltı' jandarma karakolunun alt kalındaydı. Oraya düşeni, 'Allah yarattı' demezler, döverlerdi. Sanıklar birden çoksa, jandarmalar, elleri acımasın diye, sanıkları birbirlerine dövdürürler; seyretmeyi yellerlerdi. Çok küçüktüm, altmış yıl önce olmalı; böyle bir dayak sahnesini gördüm. Daha doğrusu, "Gel, gör!" diye götürdüler. Sanıklar, yakın köylerden iki gençti. Elense çekiyorlarmış gibi, birbirlerinin çevresinde dolanıyorlar, sıra kimdeyse, biri öbürüne tokatı patlatıyordu! Biri hafiflen vuruyor, belli ki arkadaşına kıyamıyordu. O zaman, jandarmalar "Daha hızlı" diye uyarıda bulunuyorlardı. Tokat sesleri, silah sesi gibi patlıyordu Bir ara ağlamaya başladım. Biri:
Götürün ‘Kara Mustafa'yı buradan! dedi, uzaklaştırdılar.
Babam, Mehmet Usta, işte böyle dayak yiyenleri kurtarırdı. Belki, yakınları başvuranları, tanıdıkları kurtarırdı. Jandarma onbaşısına gider:
Dövmeyin! diye ricada bulunurdu, ilçenin tek ekmekçisi olduğundan belki de jandarmalar kırmazlardı. Ya, babam da ekmeklerini kesiverirse, diye korkarlardı belki de.
Mehmet Usta bizim anamız! demişti.
12 Mart işkencelerine, 12 Eylül işkencelerine karşı çıkarken, hep babamın, jandarma dayağından aldığı köylü çocuklarını düşünürdüm. Koskoca bir toplumda, bir kişi özgüllüklerinden yoksunsa, o toplumda özgürlük yok, demektir Şimdi, 1992 yılında, Ankara’nın göbeğinde olan bir atayı aktaracağım. Bayan Hikmet İbiş anlatacak. Şöyle diyor Hikmet İbiş:
“Eşim Gürsel ibiş, 1985 temmuz ayında askere gitti; o zaman kızımız Deniz 24 günlük bebekti. Askerliğinin 15 ayım hiç olaysız, izin kullanmadan yaptı. 15 ayın sonunda, bir teğmenle aralarında bir tartışma geçmiş, on gün izin alarak Çorlu'dan Ankara'ya geldi. Bu izinden sonra, askerlikten soğudu. Birkaç kez 'firar' etti, kaçtı. Birkaç ay Fenerbahçe Orduevi'nde, askerliğinin son dönemini de Kırklareli’nde yaptı. İstanbul, Kırklareli. Çorlu derken, dört yıl içinde askerliğini tamamladı. Askeri aftan yararlanarak tezkeresini aldı. O zamanlar, yani askerlik süresince ben ve kızım, kayınvalidemlerde kaldık. Tezkeresini alıp geldiği gün. bir ev bulup (kapıcı dairesi) kendimize göre bir düzen kurup yaşantımızı sürdürmeye başladık. Eşim bir iş buldu. Ben de 1987 yılında işe girmiştim.
Biz eve taşındıktan sonra attı ay geçti. Polisler, kayınpederimin evine gelip, eşimin küçük kardeşini döverek, bizim evi göstermeye zorlamışlar. Bir gece, saat 24.00 sularında, kaynımı alarak, kapıcı dairesindeki evimize geldiler. Eşimi, hiçbir açıklama yapmadan alıp götürdüler. İki gün, hiç göstermeden tuttular. Daha sonra, Ankara Kapalı Cezaevi ne gönderdiler. 15 gün burada kaldı, 2 ay ceza için Haymana Cezaevi'ne sevk ettiler. O zaman, kızım Deniz beş yaşındaydı. Her pazar günü kızımla Haymana'ya görüşe gittik. İki ayını bitirdi, cezaevinden çıktı. Girdiği işten, zorunlu olarak' çımıştı. İki ay boşta gezdi. Yeni bir iş daha buldu. Bu olayların üstünden bir yıl geçti. Biz Her şey bitti!' diye düşündük, yeniden bir düzen kurmaya başladık. Bir pazar günü, geceyarısı saat 24.00’te. yine 2. Şube den sivil polisler geldi, eşimi alıp götürdüler, (ki gün, yine Şube'de kaldı. İki gün sonra, telefon edip, kendisini Gülhane Hastanesi’nin 'Psikiyatri Bölümü'ne yatırdıklarını, burada on gün tutulacağını bildirdiler. Gülhane'de hiç nedensiz, açıklama yapılmadan, devlet makamları ne yaptıklarını bitmeden, açıklama yapılması istenince de, azarlamalar, dövmeye kalkışmalar, sonuç alınmayan tartışmalar... 10 gün de öyle geçti. ‘Bu sondur, bir daha bir şey olmayacak, devlet bu kadar, ne yaptığını bilmeyen bir devlet olamaz!’ diye düşündük Kendimizce, bütün kötü günler bitmişti.
İki yıl geçti, durumumuz biraz düzeldi. Kızımız okula başladı. Bu arada evimizi değiştirdik. Kaldığımız ev sağlığımıza çok zarar vermişti. Bende de eşimde de bel ağrıları başlamıştı nemden. Yeni evimizde askerlik bitti, üç yıl geçti: daha mı bitmesin’ Bu süre içinde iki kez içeri alındı, üstelik her seferinde hiçbir açıklama yapılmadan.
1992 yılının ekim ayının 11. günü, polisler saat 23.00’te kayınpederimin evine, ayakkabılarıyla, izin istemeden, kimlik-arama emri göstermeden, yatak odalarına, mutfağa. tuvalete, banyoya girdiler. Girilmedik hiçbir yer bırakmadılar. Çocuğun beşiğinin içine varana dek. her yeri aradılar 64 yaşında olan kayınpederim. ‘Siz nereye giriyorsunuz. kimliğinizi gösterin, arama emriniz var mı?' diye sorar Daha sözü bitmeden, 2. Şube’den gelen sayın polis, babası yaşındaki kayınpederime:
Çok konuşma, bir vurursam, yansı boşa gider, ölürsün. başıma bela olursun, adam sanırlar* der.
Evde bulunan 22 yaşındaki kaynımı alıp Tuzluçayır Karakolu’na götürürken, yolda arabaya binecekleri sırada 16 yaşındaki kaynım, abisini tanımadığı insanlarla görünce:
Ne oluyor, nereye gidiyorsun? diye soracak olur.
Sen de bin arabaya puşt! derler. İkisini birden, Tuztuçayır Karakolu’na götürüp, görevde bulunan bütün polisler sıradan geçirirler. Evimizi söylemeyince, 16 yaşındaki kaynıma:
Seni kız yaparız, nerede olduğunu söyleyeceksin! derler. Gözdağları, küfürler, bini bir para!
Saat 23.30'da 16 yaşındaki kaynım, iki sivil polis bizim eve geldiler. Eşim, kapıyı açar açmaz:
Gürsel sen misin? Hadi giyin, gidiyoruz! dediler.
Yine kurulu bir düzen bozuldu, yine hiçbir açıklama yok. Ne olacak bizim halimiz?"
22 Ekim 1992, Cumhuriyet